Huzurpınarı ailesinin muhterem üyelerinin Cum’a gününü tebrik eder, müstecâb dualarınızı istirham ederiz efendim.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim
ali zeki osmanağaoğlu
Bâzı hatıralar vardır ki, kalblere nakşeder.
O hatıraları hatırlamak, Cennet hayatı yaşamak gibidir…
…………
1988 senesi idi.
Enver abim bize Ramezan-ı şerifte iftar için teşrif etmişlerdi.
Akşam vaktinden biraz evvel, diğer misafirler gelmeden, ilk gelen Enver abim’di ve günün yorgunluğundan başka baş ağrısı da varmış. Misafir odasında Enver abimin yanında ben ve o zaman 6 yaşında bulunan büyük kızım vardı. Enver abim, çocukları çok severdi, bunlar günahsız, duaları kabul olur buyururdu. Çocuklara dava arkadaşım derdi. O gün kızım Halenur’a; “Gel bakalım, elini başıma koy, bana Fatiha’yı oku” buyurdular. Fatiha’yı okuduktan sonra, Silsile-i âliyyenin de tamamını okudu. Yanılmadan, şaşırmadan hepsini okuyunca Enver abim çok sevindi, dua etdi ve başımın ağrısı hiç kalmadı, buyurdu.
Biraz sonra diğer misafirler de geldiler ve iftar sonrası sohbetde Enver abim buyurdular ki;
En büyük günah, Allahü tealayı unutarak iş yapmaktır. Kaldı ki, biz namazda bile unutuyoruz. Fakat büyükler bunun çaresini bulmuşlar. Büyükler buyuruyorlar ki; Beş vakit namazı kılan, hükmen yirmidört saat hatırlamış kabul edilir. Bir de, imanımızı, hidayetimizi, her şeyimizi borçlu olduğumuz büyükleri hiç unutmamak, her saniye hatırlayabilmek lazım. Feyz gelmesinin sebebi bu sevgidir. Bunun için iki yol vardır. Birincisi; her an, her yaptığı işte, her attığı adımda, o büyük zâtı hatırlamaktır. Hocam bu işi, bunu nasıl yapardı diye düşünüp, ona göre yapmaktır. Yani O zatı kendi kalbine koymaktır. Bu kişi her saniye hocasını düşünmeğe, her an rabıta halinde olmağa mecburdur. İkinci yol; öyle kıymetli bir iş yaparak kendini sevdirmeli ki, hocasının kalbine girmelidir. Eğer bunu yapabilirse, talebenin her an kendisinin düşünmesine lüzum kalmaz. O, artık büyüklerin kalbindedir. Büyüklerin kalbine gelen feyzlerden istifade eder. Demek ki, feyz alabilmek için, büyük zâtı ya kendi kalbine koymak, ya da onun kalbine girmek lazımdır.
Feyz alabilmek için, ba’zı şartlar vardır. Müslimân olması, bid’at ehli olmaması, harâmlardan sakınması lâzımdır. Harâm ile feyz bir arada olmaz. Farzları yapması lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerine uymıyan, feyz alamaz. Boğazından bir lokma, bir zerre harâm gıda vücûde girmemesi lâzımdır. Haram yiyen insan, kitâb okumakdan ve dinlemekden istifâde edemez. Tesavvuf, temâmen helâl lokmadır. Bâkî-billah hazretleri buyuruyor ki; “Domuz eti, içki gibi harâm şeyler yiyenler, büyüklerden feyz alamaz. Yidiği harâm şeylerin çıkardığı gazlar, vücûddaki feyz yollarını tıkar. Büyüklerin feyzi, o bedene gelemez, harâm yiyenler büyüklerin feyzlerinden mahrûm kalırlar ve feyz alamazlar.” Kim söylüyor bunu? Bâkî-billah hazretleri söylüyor. Bizim sözümüz değil. Bâkî-billah hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocasıdır. Feyz yolunun üstâdıdır. Hepimiz o büyükleri seviyoruz. O büyükleri seven, harâm da yemezse feyz alır. Feyz, büyüklere olan muhabbetle gelir, fakat gelen feyzden istifade edebilmek için haramdan sakınmak lazımdır. Yani bardağı suyun altına koymak, büyükleri sevmekdir. Fakat bardağın ağzı kapalıdır, su bardağa girememektedir. Bardağın kapağını açıp, suyun bardağa dolması da, haramdan sakınmakladır.
(yukarıdaki resim, o günün hatırasıdır).
…….. devamı var.
Hava gibi, ekmek, su gibi her zaman ihtiyaç duyulan bir insandı.
Hayat onunla güzeldi.
Fî emanillah.