Huzurpınarı ailesinin muhterem üyelerinin Cum’a gününü tebrik eder, müstecâb dualarınızı istirham ederiz efendim.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim
ali zeki osmanağaoğlu
Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer….
Bâzı hatıralar vardır ki, kalblere nakşeder.
O hatıraları hatırlamak, Cennet hayatı yaşamak gibidir…
04 Temmuz 1983 Pazartesi günü, 1403 senesinin Ramezan-ı şerif ayının 23 üncü günü idi.
Babamlara (Muammer dedenin evine) mübarek Hocamız ve Enver abiler, hanımannelerle birlikte ailece iftar için teşrif etmişlerdi.
Kapıdan içeriye girdiklerinde, henüz oturmadan, “sarı levha, yeşil levha… Bu ev sevilmez mi, evin kıymeti içindekilerdendir” buyurdular. Sarı levhada İmam-ı Rabbani hazretlerinin ismi yazılı idi. Bu iki levha bütün abilerimizin evinde bulunurdu. Hatta buyurmuşlardı ki; bu iki levhanın bulunması, abi evi olmasının alametidir.
O zaman 9 yaşlarında bulunan torunları, Ferruh’a; “Seni kim getirdi” buyurdular, Ferruh da; Alî eniştem getirdi dedi. Hocamız;
“Aferin Alî eniştene, buraya gelenin kalbi temizlenir” buyurdular.
O gün iftar sofrasında çok güzel ve hususi sohbet olmuştu. Çok uzun olmakla birlikte, bir kısmını hatıra olarak, büyüklerimizi hatırlamak için burada yazmak istiyorum.
Mübarek hocamız buyurdular ki; İnde zikrissalihin tenzilürrahme. Salihlerden, Allah adamlarından bahsedilen yere rahmet-i ilahî nâzil olur. O büyüklerin ruhları oraya gelirler, orada bulunanlar, büyüklerden bahsedilen yerde bulunanlar, o büyüklerin ruhlarından feyz alırlar. Biz de buraya rahmet yağsın diye Efendi hazretlerinden bahsediyoruz, İmam-ı Rabbani hazretlerinden, Mevlaha Halid hazretlerinden bahsediyoruz.
Bursa’da bir savcı, Efendi hazretlerine sormak için bazı sualler hazırlamış, bunları bilemez diye düşünmüş. Efendi hazretlerinin talebelerinden Halid efendi ile Bayezid’de buluşup Eyüp Sultan’a gideceklermiş. Savcı, Câmi’ye gitmek istemediğinden kahvede buluşmuşlar. Hâlid efendi demiş ki; Bayezid câmiinde biraz ders var, onu dinleyip beraber Eyüp Sultan’a gideriz. Hâlid efendininin zoruyla, savcı Câmi’ye girmiş. Efendi hazretleri Bayezid camiinde vaaz veriyormuş. Savcı vaazı dinlerken soracağı suâllerin hepsine cevab da almış. Çıktıkdan sonra, gitmeğe lüzum kalmadı, suâllerimin cevabını aldım, tatmin oldum demiş.
İlm ve edeb gibi kıymetli şey yok. Edeb ne demek? Edeb, demek haddini bilmektir. Kendi yerini, haddini, dereceni bilmek lazım. Eyyûb Sultân’da, bir hafız Hüseyn Efendi vardı. Bu hafız Hüseyn efendiyi ben tanıyorum, gördüm. Eyüp Sultan’da, Kâdirî tekkesinin şeyhi imiş. Eyyûbün imâmları, müezzinleri, duasını almak için onu ziyarete geliyor, elini öpüyorlar. Bu Hüseyn efendi, Eyüp Sultan’ın en meşhur şeyhi imiş, Efendi hazretlerinin İstanbul’a teşrif ettiğini haber alınca, merak etmiş. Kendi kendine; İşte büyük bir âlim gelmiş, Allah Allah, benim gibi âlim var mı acabâ, benden büyük alim olur mu, gideyim de şu Van’lıyı bir göreyim demiş. Kürklü, yaldızlı, yıldızlı cübbesini, şeyh efendi elbisesini giymiş, kocaman kavuğunu başına koymuş. Efendi hazretlerinin evine gelmiş, odasına girmiş ve selam vermiş. Bakmış ki Efendi hazretleri mütevazı, bizim gibi giyinmiş. Öyle yaldızlı-yıldızlı değil, başında kocaman sarık filan da yok. İçinden, Efendi hazretleri için “hiçbir şey değil bu, gelmişken konuşayım bir bakayım” demiş, selam vermiş. Kalabalık tabi, Efendi hazretleri sedirin üstünde, köşede oturuyor. İki tarafında da misafirler oturuyor. Hüseyn efendiye “buyrun” demiş. Hüseyin efendi kendini tanıtmış; Ben Eyyûb Sultân’ın meşhur kâdiri şeyhi, en büyük şeyhi Hüseyin efendiyim demiş. Efendi hazretleri “gel yanıma” diyor. Yanına oturtuyor. Hüseyin efendi; “Demek ki bunda bir şeyler varmış, benim kıymetimi anladı, bildi, o yüzden yanına oturtuyor” diye düşünmüş. Hüseyn efendi yanına oturunca, herkes ona yer açılsın diye, biraz aşağıya doğru kaymış. Hüseyn efendi; “bak, benim kıymetimi nasıl anladı, beni en başa geçirdi, bunda da birşeyler var demiş. Biraz sonra başka bir misafir gelmiş. Hal hatır sorup, elini öptükten sonra “buyrun” demiş, ona da yanına yer göstermiş. Hüseyn efendi ona yer açılsın diye, biraz aşağı kaymış. Sonra bir üçüncüsü gelmiş, onu da yanına oturtmuş. Hüseyn efendi biraz daha aşağı kaymış. Nihayet kaç kişi geldiyse, Hüseyn efendi kendini kapının dibinde buluyor. O gün Efendi hazretlerinin sohbetinde hiç işitmediği şeyleri öğrenmiş. Hüseyn efendi maşallah akıllıymış. “Bu tam mürşid-i kamil, anladım. Ben onun yanında hiç kalıyorum” demiş. “Hiç bilmediğim şeyleri anlatıyor, bir oturuşta neler öğrendim” diyor. Hüseyn efendi “Allahaısmarladık” demiş. Efendi hazretleri “yine gel” demiş. Efendim başka bir gün, nasıl gitmiş bu sefer? Cübbeyi sarığı çıkarmış, eski elbiseleri giymiş, başında bir keçe külah, öyle gitmiş bu sefer efendim. Hüseyn efendi dergaha gelince hiçbirşey demeden karşıda duruyormuş. Efendi hazretleri onu görünce hemen tanımış. Efendi hazretleri çok zeki idi. Hüseyin efendiye; Hüseyin efendi! Sen misin buyurmuş. O da; evet efendim, ben yine geldim deyince, Efendi hazretleri; hayrola neden geldin buyurmuş. Hüseyin efendi; Şöyle bir mübarek yüzüne bakmış, “Efendim ben şeyh değilmişim, eşşeyhmişim, yâşeyhmişim (Anadolu’da merkeplere yâşeyh denirmiş). Kabûl ederseniz size talebe olmağa geldim” demiş. Sen bilirsin, o zemân karşıma otur, buyurmuşlar. Meğer böyle ziyârete gelenleri yanına oturtuyorlar, sırası gelen gidiyor. Talebe olarak gelenleri ise karşısına oturtuyorlarmış. Karşısına oturtulanlar gitmiyorlarmış. Hüseyin Efendi eve gitmiş, hanımına ve kayınvalidesine demiş ki; Hadi bakalım oturmak yok. Size iş göründü demiş. Her sabah namazından sonra, doğru yukarı tekkeye, akşama kadar orada hizmet edeceksiniz demiş. Mutfakta bulaşıkları yıkıyorlar, aşçıya yardım ediyorlar, ortalığı temizliyorlar. Efendi hazretlerinin evinin bütün işlerini o görürdü. Eyüp’ten bir şey lazım olunca, yaşlı hali ile, o giderdi hemen. Böyle hizmet ederdi. Efendi hazretlerinin büyüklüğünü çok iyi anlamış. Bir gün tekkede cam kırıldı, hemen koştu, camcı getirdi, camı yaptırdı.
Hüseyn Efendi bir gün piyango bileti almış, çıkarsa yemeyeceğim, odun parası yapacağım diye niyetlenmiş. Çünki fakirlik ve kıtlık var. Yiyecek ve yakacak bulunmuyor. Piyango parasının yenmeyeceğini biliyor, uygun olmadığını biliyor, fekat evde odun da yok. Bari odun alırız yakarız diyor. Etrafa bakmış tanıyan kimse yok. Bileti alıp saklamış. Bayezid camiine gelmiş. Minberin yanına oturup vaaz dinlemeğe başlamış. O gün vaazda Efendi hazretleri, Hüseyn Efendiye eğilip başkaları duymadan; “Hüseyin efendi, piyango parasından odun parası bile olmaz” buyurmuşlar.
(Hamidiye Câmi’ini gezdiklerini anlattılar. Sultan Hamid hanın giydiği takunyaları öptüm, yanaklarıma sürdüm, içlerinde kadife vardı) buyurdular. (Bu konuyu çok uzun anlattılar, buraya sığmayacak, inşallah daha sonra yazmak nasib olur.:)). Abdülhamid Hân hünkar mahfilinde nemâz kılmazlarmış, tedbir için alt katda halkın arasında kılarlarmış, buyurdular.
(Feyzin gelmesi için büyüklerin rûhaniyetine yalvarmak lâzım olduğunu, istemek şart olduğunu anlattılar.)
(Nemâzdan sonra, Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa’fu annî düâsını okudular, kıymetini anlattılar. İftardan sonra hemen, “Neveytü savme gaden” diye ertesi günün orucuna niyetlendiler.) Her iftar sofrasındaki dualarında olduğu gibi; “Yâ Rabbî, bizi Ramezan-ı şerifin şefaatine nail eyle, Ramezan-ı şerifde afv ve mağfiret ettiğin kullarının meyanına dahil eyle” diye dua ettiler.
En son vedalaşıp giderlerken, babam Muammer dedeye; “Seni ve çocuklarını Allahü teâlâ bize bağışlasın” buyurdular.
Bâzı hatıralar vardır ki, kalblere nakşeder.
O hatıraları hatırlamak, Cennet hayatı yaşamak gibidir…
…………
04 Temmuz 1983 Pazartesi günü, 1403 senesinin Ramezan-ı şerif ayının 23 üncü günü idi.
Babamlara (Muammer dedenin evine) mübarek Hocamız ve Enver abiler, hanımannelerle birlikte ailece iftar için teşrif etmişlerdi.
Kapıdan içeriye girdiklerinde, henüz oturmadan, “sarı levha, yeşil levha… Bu ev sevilmez mi, evin kıymeti içindekilerdendir” buyurdular. Sarı levhada İmam-ı Rabbani hazretlerinin ismi yazılı idi. Bu iki levha bütün abilerimizin evinde bulunurdu. Hatta buyurmuşlardı ki; bu iki levhanın bulunması, abi evi olmasının alametidir.
O zaman 9 yaşlarında bulunan torunları, Ferruh’a; “Seni kim getirdi” buyurdular, Ferruh da; Alî eniştem getirdi dedi. Hocamız;
“Aferin Alî eniştene, buraya gelenin kalbi temizlenir” buyurdular.
O gün iftar sofrasında çok güzel ve hususi sohbet olmuştu. Çok uzun olmakla birlikte, bir kısmını hatıra olarak, büyüklerimizi hatırlamak için burada yazmak istiyorum.
Mübarek hocamız buyurdular ki; İnde zikrissalihin tenzilürrahme. Salihlerden, Allah adamlarından bahsedilen yere rahmet-i ilahî nâzil olur. O büyüklerin ruhları oraya gelirler, orada bulunanlar, büyüklerden bahsedilen yerde bulunanlar, o büyüklerin ruhlarından feyz alırlar. Biz de buraya rahmet yağsın diye Efendi hazretlerinden bahsediyoruz, İmam-ı Rabbani hazretlerinden, Mevlaha Halid hazretlerinden bahsediyoruz.
Bursa’da bir savcı, Efendi hazretlerine sormak için bazı sualler hazırlamış, bunları bilemez diye düşünmüş. Efendi hazretlerinin talebelerinden Halid efendi ile Bayezid’de buluşup Eyüp Sultan’a gideceklermiş. Savcı, Câmi’ye gitmek istemediğinden kahvede buluşmuşlar. Hâlid efendi demiş ki; Bayezid câmiinde biraz ders var, onu dinleyip beraber Eyüp Sultan’a gideriz. Hâlid efendininin zoruyla, savcı Câmi’ye girmiş. Efendi hazretleri Bayezid camiinde vaaz veriyormuş. Savcı vaazı dinlerken soracağı suâllerin hepsine cevab da almış. Çıktıkdan sonra, gitmeğe lüzum kalmadı, suâllerimin cevabını aldım, tatmin oldum demiş.
İlm ve edeb gibi kıymetli şey yok. Edeb ne demek? Edeb, demek haddini bilmektir. Kendi yerini, haddini, dereceni bilmek lazım. Eyyûb Sultân’da, bir hafız Hüseyn Efendi vardı. Bu hafız Hüseyn efendiyi ben tanıyorum, gördüm. Eyüp Sultan’da, Kâdirî tekkesinin şeyhi imiş. Eyyûbün imâmları, müezzinleri, duasını almak için onu ziyarete geliyor, elini öpüyorlar. Bu Hüseyn efendi, Eyüp Sultan’ın en meşhur şeyhi imiş, Efendi hazretlerinin İstanbul’a teşrif ettiğini haber alınca, merak etmiş. Kendi kendine; İşte büyük bir âlim gelmiş, Allah Allah, benim gibi âlim var mı acabâ, benden büyük alim olur mu, gideyim de şu Van’lıyı bir göreyim demiş. Kürklü, yaldızlı, yıldızlı cübbesini, şeyh efendi elbisesini giymiş, kocaman kavuğunu başına koymuş. Efendi hazretlerinin evine gelmiş, odasına girmiş ve selam vermiş. Bakmış ki Efendi hazretleri mütevazı, bizim gibi giyinmiş. Öyle yaldızlı-yıldızlı değil, başında kocaman sarık filan da yok. İçinden, Efendi hazretleri için “hiçbir şey değil bu, gelmişken konuşayım bir bakayım” demiş, selam vermiş. Kalabalık tabi, Efendi hazretleri sedirin üstünde, köşede oturuyor. İki tarafında da misafirler oturuyor. Hüseyn efendiye “buyrun” demiş. Hüseyin efendi kendini tanıtmış; Ben Eyyûb Sultân’ın meşhur kâdiri şeyhi, en büyük şeyhi Hüseyin efendiyim demiş. Efendi hazretleri “gel yanıma” diyor. Yanına oturtuyor. Hüseyin efendi; “Demek ki bunda bir şeyler varmış, benim kıymetimi anladı, bildi, o yüzden yanına oturtuyor” diye düşünmüş. Hüseyn efendi yanına oturunca, herkes ona yer açılsın diye, biraz aşağıya doğru kaymış. Hüseyn efendi; “bak, benim kıymetimi nasıl anladı, beni en başa geçirdi, bunda da birşeyler var demiş. Biraz sonra başka bir misafir gelmiş. Hal hatır sorup, elini öptükten sonra “buyrun” demiş, ona da yanına yer göstermiş. Hüseyn efendi ona yer açılsın diye, biraz aşağı kaymış. Sonra bir üçüncüsü gelmiş, onu da yanına oturtmuş. Hüseyn efendi biraz daha aşağı kaymış. Nihayet kaç kişi geldiyse, Hüseyn efendi kendini kapının dibinde buluyor. O gün Efendi hazretlerinin sohbetinde hiç işitmediği şeyleri öğrenmiş. Hüseyn efendi maşallah akıllıymış. “Bu tam mürşid-i kamil, anladım. Ben onun yanında hiç kalıyorum” demiş. “Hiç bilmediğim şeyleri anlatıyor, bir oturuşta neler öğrendim” diyor. Hüseyn efendi “Allahaısmarladık” demiş. Efendi hazretleri “yine gel” demiş. Efendim başka bir gün, nasıl gitmiş bu sefer? Cübbeyi sarığı çıkarmış, eski elbiseleri giymiş, başında bir keçe külah, öyle gitmiş bu sefer efendim. Hüseyn efendi dergaha gelince hiçbirşey demeden karşıda duruyormuş. Efendi hazretleri onu görünce hemen tanımış. Efendi hazretleri çok zeki idi. Hüseyin efendiye; Hüseyin efendi! Sen misin buyurmuş. O da; evet efendim, ben yine geldim deyince, Efendi hazretleri; hayrola neden geldin buyurmuş. Hüseyin efendi; Şöyle bir mübarek yüzüne bakmış, “Efendim ben şeyh değilmişim, eşşeyhmişim, yâşeyhmişim (Anadolu’da merkeplere yâşeyh denirmiş). Kabûl ederseniz size talebe olmağa geldim” demiş. Sen bilirsin, o zemân karşıma otur, buyurmuşlar. Meğer böyle ziyârete gelenleri yanına oturtuyorlar, sırası gelen gidiyor. Talebe olarak gelenleri ise karşısına oturtuyorlarmış. Karşısına oturtulanlar gitmiyorlarmış. Hüseyin Efendi eve gitmiş, hanımına ve kayınvalidesine demiş ki; Hadi bakalım oturmak yok. Size iş göründü demiş. Her sabah namazından sonra, doğru yukarı tekkeye, akşama kadar orada hizmet edeceksiniz demiş. Mutfakta bulaşıkları yıkıyorlar, aşçıya yardım ediyorlar, ortalığı temizliyorlar. Efendi hazretlerinin evinin bütün işlerini o görürdü. Eyüp’ten bir şey lazım olunca, yaşlı hali ile, o giderdi hemen. Böyle hizmet ederdi. Efendi hazretlerinin büyüklüğünü çok iyi anlamış. Bir gün tekkede cam kırıldı, hemen koştu, camcı getirdi, camı yaptırdı.
Hüseyn Efendi bir gün piyango bileti almış, çıkarsa yemeyeceğim, odun parası yapacağım diye niyetlenmiş. Çünki fakirlik ve kıtlık var. Yiyecek ve yakacak bulunmuyor. Piyango parasının yenmeyeceğini biliyor, uygun olmadığını biliyor, fekat evde odun da yok. Bari odun alırız yakarız diyor. Etrafa bakmış tanıyan kimse yok. Bileti alıp saklamış. Bayezid camiine gelmiş. Minberin yanına oturup vaaz dinlemeğe başlamış. O gün vaazda Efendi hazretleri, Hüseyn Efendiye eğilip başkaları duymadan; “Hüseyin efendi, piyango parasından odun parası bile olmaz” buyurmuşlar.
(Hamidiye Câmi’ini gezdiklerini anlattılar. Sultan Hamid hanın giydiği takunyaları öptüm, yanaklarıma sürdüm, içlerinde kadife vardı) buyurdular. (Bu konuyu çok uzun anlattılar, buraya sığmayacak, inşallah daha sonra yazmak nasib olur.:)). Abdülhamid Hân hünkar mahfilinde nemâz kılmazlarmış, tedbir için alt katda halkın arasında kılarlarmış, buyurdular.
(Feyzin gelmesi için büyüklerin rûhaniyetine yalvarmak lâzım olduğunu, istemek şart olduğunu anlattılar.)
(Nemâzdan sonra, Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa’fu annî düâsını okudular, kıymetini anlattılar. İftardan sonra hemen, “Neveytü savme gaden” diye ertesi günün orucuna niyetlendiler.) Her iftar sofrasındaki dualarında olduğu gibi; “Yâ Rabbî, bizi Ramezan-ı şerifin şefaatine nail eyle, Ramezan-ı şerifde afv ve mağfiret ettiğin kullarının meyanına dahil eyle” diye dua ettiler.
En son vedalaşıp giderlerken, babam Muammer dedeye; “Seni ve çocuklarını Allahü teâlâ bize bağışlasın” buyurdular.
– devamı var –
Enver abim bizim başımızda hem abimiz, hem babamız, hem hocamız hem rehberimiz, yol göstericimiz, herşeyimizdi.
Hava gibi, ekmek, su gibi her zaman ihtiyaç duyulan bir insandı.
Hayat onunla güzeldi.
Fî emanillah.