Huzurpınarı ailesinin muhterem üyelerinin Cum’a gününü tebrik eder, müstecâb dualarınızı istirham ederiz efendim.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim
ali zeki osmanağaoğlu
– geçen haftanın devamı –
Hocamız buyurdular ki;
Her hafta Efendi hazretlerine giderdim. Efendi hazretlerinin sözlerine bayılırdım, bir şeyler söylese de dinlesem derdim. Sene ortasında sömestre ta’tîli olunca, Efendi hazretlerine gitdiğimde bağçede yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturdum. Bana ne okuduğumu sordu. Bir buçuk senedir tıbbiyede okuyorum da sormadı mübârek, o gün sordu. “Sen ne okuyorsun?” dedi. Kadavra dedim. Ölüleri keseceğiz, içinde ne var ne yok, sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz dedim. Efendim, tıbbiyeyi bitireceğim, altı sene sonunda doktor olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım dedim. “Öyle mi? Ben sana bir şey söylesem dinler misin?” dedi. “Elbet efendim, baş üstüne.” dedim. “Sen doktor olma, eczâcı ol, eczâcılığa geç.” dedi. Baş üstüne efendim. Fekat, ben askerî talebeyim. Askeri talebeleri kendi kendine geçirmezler, Ankara’dan mürâceat edeceğiz. Ayrıca ben sınıfın birincisi olduğum için, beni eczâcılığa geçirmezler, dedim. “Sen bir mürâceat et, istîdâ’ ver, Allah kerîmdir.” dedi. Eve gelince söyledim. Annem, ablalarım kıyâmeti kopardılar. “Biz doktor beğ istiyoruz, eczâcı parçası istemiyoruz.” dediler. Ben karâr verdim, eczâcılığa geçeceğim, dedim. Annem bayıldı. Ne yapacağımı şaşırdım. O zemân Süleymâniyye’de, üniversitenin dıvarlarına bitişik barakalar vardı. Askerî talebeler o barakalarda kalıyordu. Oralar eskiden Bekir Ağa bölüğü imiş. Ben de orada kalıyordum. Onun için sık sık Süleymâniyye câmi’ine sabâh nemâzına gidiyordum. O gün sıkıntılı bir şeklde ne yapacağıma karâr veremiyordum. Sabâh nemâzına hiç kimse gelmeden, erkenden câmi’iye gideyim, bağçede bekleyip, câmi’iye ilk gelene danışayım diye düşündüm. Erkenden sabâha karşı, Süleymâniyye câmi’ine gitdim. Biraz sonra iri yapılı bir beğ geldi. İmâm ve müezzin de henüz gelmemişdi. İlk gelene sordum “Efendim ben tıbbiyyede okuyorum. Mektebin de birincisiyim. Hocam eczâcılığa kaydını nakl etdir diyor, annem de doktor olacaksın diyor, ben ne yapayım?” dedim. O zât “Evlâdım senin hocan kim?” dedi. Ben de “Abdülhakîm efendi hazretleri.” dedim. O zât “Evladım, sen hakîkî bir büyük bulmuşsun, böyle hocanın bir sözüne bin ana fedâ olsun, hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma.” dedi. Meğer O zât Cevâd beğmiş. Onun için Cevâd beğ benim ilk mürşidim oldu. Cevâd beğ, Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir paşa idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen istîdâ’ (dilekce) verdim. Ankara’dan, “Sınıfın birincisidir, çalışkandır, bunu eczâcıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz.” diye cevâb geldi. Ya’nî beni red etdiler. Efendi hazretlerine gitdim. Efendim, böyle böyle izn vermiyorlar dedim. “Tekrâr istîdâ’ ver.” buyurdu. Ben tekrâr dilekceyi verdim, nihâyet kabûl edildi, eczâcılığa geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa yine birincilikle geçdim.
Efendi hazretleri lisân öğrenmeğe çok ehemmiyyet verirdi. Arabîyi, Fârisîyi çok iyi bildiği hâlde, “Avrupa dillerini de bilsem, dahâ çok hizmet ederdim.” buyururdu. Onun için eczâcılıkda okurken, Fransızcamı ilerleteyim diye beni, Pâris’de çıkan Fransızca (Le Matin) gazetesine abone yapdırdı. Böylece Fransızcamı ilerletdim. Efendi hazretleri, “Bir kimse herhangi bir milletin lisânını bilirse onların hîlesinden kurtulur.” hadîs-i şerîfini söylerdi. Onun için beni Fransızca öğrenmeğe teşvîk etdi. Hattâ, dahâ sonra ben Genelkurmay’da Almanlarla çalışıyordum. Efendi hazretleri; “Almanlarla çalış da Almanca öğrenme! Öyle şey olur mu, Almanca da öğren.” dedi. Eczâcı mektebini birincilikle bitirince, Gülhâne hastânesinde bir sene staj yapdım. Stajı da birincilikle bitirince, üsteğmen rütbesiyle, askerî tıbbiyye mektebine müzâkereci olarak ta’yîn edildim.
Fî emanillah
Hayâlin önümde, parlak ay gibi, zulmeti gideren mehtâba benzer,
bu âlem görünür bir serây gibi, ışık olmayınca, zindâna benzer!
Bu sesler yabancı, özler yabancı, bakışlar yabancı, gözler yabancı;
dudaklar gülse de, ma’nâ yabancı, gördüğüm rü’yâlar, bir zanna benzer!
Güllerin başkadır, ateşin başka, aşkınla tutuşan, bülbülün başka;
şu elin güzeli değmiyor aşka, bir güzel görmedim, cânâna benzer!
Bakdıkca yakından güneş yüzüne, dahâ çok inandım tatlı sözüne,
şifâsın, rûhumun üzüntüsüne, sohbetin her derde dermâna benzer!
Ayrılık yakıyor gece ve gündüz, geceden karanlık oluyor gündüz,
bu yıl da gurbetde geçen ömrümüz, cefâsı bitmiyen, devrâna benzer!