Enver abim buyurdular ki;
Bir gün “Allah rahmet eylesin” Mübarekler ile birlikte otururken, Mehmet Yücel bir arkadaş ile beraber içeriye girdi. Mübarekler ayağa kalktılar. Mehmet Yücel ile müsafeha ettiler. Sonra oturdular. Efendim, Mehmet Yücel’in ilmine ayağa kalktım, şahsına değil, insanın şahsı bir avuç çamurdur, ama onun başında iki nesne var: İman ve ilim. Bu ikisi varsa ayağa kalkılır, buyurdular. İman, kesbi değil nasbidir. Yani, hiç kimse dilekçe vererek imanlı olmak istemez, yapamaz. Bu, cenab-ı Hak’kın bir takdiridir, nasibidir, ihsanıdır. Dolayısıyla, Allahü teala’nın verdiği bu mümtaz nimete karşı en büyük saygıyı göstermek lazımdır. Yaratılanı severim, Yaratandan ötürü. Bu fırsatı O verdi. Dolayısıyla, imanı olanlar, yani Ehl-i sünnet itikadında olanlar, Allahü teala’nın özel tahsisine kavuşmuş insanlardır. Hazret-i Peygamber “aleyhissalatü vesselam”, akrabaları için de olsa çok yalvarıyordu. Ya Rabbi, iman nasip et, Cehennemde sonsuz yanmasınlar, diye. Hatta Mübarek Hocamız buyurdular ki; Göğsünü paralıyordu, yalvarıyordu, neden? Cehennemde sonsuz yanmasınlar diye. Sonra âyet-i kerime geldi; Ey Habibim! Göğsünü paralayacak şekilde kendini harap etme. Sen tebliğ edersin ama hidayet benim elimde. Kimin mümin olacağına ben karar veririm, buyuruldu. Yalnız bu nimet için cenab-ı Hak’ka yüz kere kurban olayım. Onun için, bu nimetinden dolayı Allahü teala’ya sonsuz kere sonsuz hamd-ü senalar olsun. Böyle bir nimeti bize verdi. Nimet ne kadar büyükse onun teşekkürünün de o kadar büyük olması lazım. Ufak bir dalgınlık veya ufak bir umursamazlık, ufak bir gevşeklik, maazallah nankörlüğe sebebiyet verir, Allahü teala gücenir. Sana bu kadar büyük nimet verdim, sen nasıl bunun teşekkürünü layıkıyla yapmıyorsun, der.