Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh”, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefatından sonra, va’z ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola davet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuzyüzbin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüzkırkbini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedibini de mürşid-i kâmil (tam ve olgun bir âlim) olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bazan bir ayda, bazan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererlerdi. Bazılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.
Altı oğlu, kemâl mertebelerinin en yüksek derecelerine çıkmışlardır. Yüksek babalarına mahsûs nisbetten büyük pay almışlardır. Altısı da kutbi zaman idiler. Oğulları en yüksek halîfelerinden ve sır mahremlerinden idi.
Muhammed Ma’sûm hazretleri 1068 (m. 1657) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki: “Bu yerlerin her tarafını Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” nûrları ile dolmuş buluyorum.” Mekke ve Medine’de bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz hâller müşâhade eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki: “Mekke-i mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudüm yaptım. Gördüm ki, melekler ve hûriler Kâ’be’yi öyle tavaf ediyorlardı ki, insanlarda böyle şevk ve kavuşma hasreti olamaz. Her defâsında Kâ’be’yi üç defâ medhederlerdi. Kâ’be’nin etrâfından göğe kadar heryeri kaplamışlardı.”
Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşi Hâce Muhammed Sa’îd “kuddise sirruh” hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için dua etti. Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allahü teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli dua eyledi. Sonra buyurdu ki: “Dua esnasında müşâhede eyledim ki; huşû’ ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâya dua ettiğim sırada, mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Muradımın hâsıl olması için, duama iştirâk ettiler. Böylece duam kabul oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu.”
Buyurdu ki: Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mihrâbının yanında öğle namazını kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesîriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i se’âdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezardan etrâfa nûr saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” tam bir heybetle o nûrlar arasından göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini hiçbir zaman göremediğim, sultanların tacı ve hil’atı gibi, bir taç ve hil’atı bana giydirdi. Bu taç çok süslü ve pek kıymetli idi. O anda bana bildirdi ki: “Mübârek vücûdlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil’at, diğer hil’atlere benzemez.” Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan, gece gündüz devâm üzere, bütün mahlûkâta ni’metler ve bereketler nehir gibi akıyor. Nitekim, onun hakkında Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen;“Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor.
-devamı var-
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi