Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri “kuddise sirruh”, bir gün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından, birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Alâüddîn! Suya atla!” buyurdu. Alâüddîn-i Attâr hazretleri “kuddise sirruh”, kendini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâüddîni derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek, kırlarda bir müddet gezdi. Akşâm üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine; “Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu. Talebeler de; “Bir kişi eksiğimiz var. O da sabâhleyin buradan geçerken nehre atlamıştı,” dediler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak; “Alâüddîn gel!” buyurdu. Alâüddîn-i Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı. Behâeddîn-i Buhârî, talebelerine buyurdu ki: “Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddînin kökü sağlam olduğundan, söküp götüremedi.”
Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri “kuddise sirruh”, Alâüddîn-i Attârı sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun Evliyâlık derecelerinde yükselmesine çalışırdı. Bu durumu bir gün talebeleri sorunca, onlara; “Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefs, dâimâ pusudadır. Her ân onun hâli ile alâkadar olmamın sebebi, onu makâmların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâ’yı ve Onun beytini (Beytullahı) hâtırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhar olur, kavuşur,” buyurdu.
Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri “kuddise sirruh” hayâtta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâüddîn-i Attâra bırakıp; “Alâüddîn, bizim yükümüzü hafîfletti,” buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı.
Alâüddîn-i Attâr hazretleri şöyle anlattı: “Bir gün, hocam Behâeddin-i Buhârînin huzûrunda bulunuyordum. O gün hava kapalı idi. Bana; “öğle namâzı vakti girdi mi?” dedi. “Hayır” dedim. “Semâya bir bak” buyurdu. Gökyüzüne bir baktım ki, melekler toplanmış, öğle namâzı ile meşgûl oluyorlardı. Gözlerimdeki perde kalkıp, bu hâli görünce, bana; “sen, hâlâ öğle vakti olmamış diyorsun”, buyurdu. Hocama verdiğim cevabtan çok mahcup oldum. Bir müddet bu hâdisenin ezikliğini duydum.”
-devamı var-
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi