BİR CÂHİLİN SUÂLİ
Câbir bin Abdullah’tan edilir ki rivâyet:
Bir “bedevî” gördüm ki, câhil idi begâyet.
Aliyyül Mürtezâ’nın, gelerek huzûruna,
Devesinden indi ve bir suâl sordu ona.
Dedi ki: (Ey Halîfe, ölünce Ebû Bekir,
Şimdi Cehennemde mi, yoksa Cennette midir?)
İmâm bunu duyunca, beynine fırladı kan.
Lâkin kastı yok idi, câhildi bunu soran.
Hemence buyurdu ki ona hazreti Alî:
Onun üstünlüğünü bilir cümle ahâlî.
Resûl hayâtta iken, hem vefâtından sonra,
Cesâret edemedi, kimse bunu sormaya.
Bilmeyen kimse yokken, onun çok hasletini,
Sen, hiç işitmedin mi onlardan bir tekini?
O, her işte, her zaman, “vezîri“ydi Resûl’ün,
Halîfesi olmuştu, vefâtında aynı gün.
Peygamber Efendimiz, bir ömrü süresinde,
Tutuyordu onu hep, “Baba” mesâbesinde.
Allahın Resûlü’ne, hem mânen, hem bedenen,
Daha çok yakın idi, o, cümle sahâbeden.
Hem Cennette yoktur ki bir karışlık yer bile,
Aydınlanmamış olsun, “Sıddîk’ın nûru” ile.
Cennet ehli, çıkarıp başlarını köşklerden,
Bu “Nûr“u merak edip, sorarlar meleklerden.
Derler ki: (Bu parlak nûr, kime âit ki acep,
Her köşkte, her odada bulunur bu nûrdan hep?)
Denir ki: (Ebû Bekr’in nûrudur bu elbette.
Bu nûrun girmediği, bir yer yoktur Cennette.)
Bir gün bana dedi ki: (Gözümün nûru benim!
Hayâtımın sonuna yaklaştım zannederim.
Eğer vefât edersem, sen yıka cenâzemi.
Sana ısmarlıyorum, techîz ve tekfînimi.
Beni tabuta koyup, al götür beni yine,
Ravda-i mübârekin, kapısının önüne.
De ki: (Yâ Resûlallah, kapıda Ebû Bekir,
İçeri girmek için, izin istemektedir.)
Kapı açılır ise eğer kendiliğinden,
Resûl’ün arkasına, defnedin beni hemen.
Kapı, kendi kendine açılmaz ise eğer,
Bakî kabristanına defnediniz bu sefer.)
Vasıyyet mûcibince, alarak tabutunu,
Ravda-i mübâreke, götürdüm o gün onu.
Dedim: (Yâ Resûlallah, var ise eğer izin,
Ebû Bekir, kapıda, bekliyor girmek için.)
Açıldı o sırada kapı kendiliğinden.
O sırada hepimiz, bir ses duyduk gâipten.
Diyordu: (Kavuşturun Habîbe Habîbini.
Zîrâ çok özlemiştir onlar birbirlerini.)