NAMÂZDA KONUŞTU
Hazret-i “Ömer Fârûk“, celâlliydi bir hayli.
Lâkin sırf “Allah için” olurdu böyle hâli.
Bir gün, namâz kılarken Resûlullahla bu zât,
Resûl imâm olmuştu, kendisi de cemâat.
Resûlullah, namâzda okuyunca bir âyet,
Birden Hazret-i Ömer, celâllendi be gâyet.
Zîrâ bu âyetinde, Hak teâlâ, Resûl’e,
“Fir’avn“ın bir sözünü bildiriyordu şöyle:
(Fir’avn, kendi kavmine demişti ki: Ey kavmim!
Sizin tapacağınız, en büyük tanrı benim.)
O, bunu işitince, kan sıçradı beynine.
Düşündü: “Nasıl söyler, Fir’avn bunu kavmine?”
Fir’avnın o sözüne, pek çok gadaplanarak,
Konuştu o namâzda, elinde olmayarak.
Dedi ki: (Ben olsaydım, o kâfirin yanında,
Kendisini, muhakkak öldürürdüm ânında.)
Sonra namâz bitince, o Server selâm verdi.
Bu konuşması için, onu îkâz eyledi.
Buyurdu ki: (Tekrâr kıl namâzını yâ Ömer!
Zîrâ dünyâ kelâmı, namâzı ifsât eder.)
Tam kılacak idi ki o namâzı bir daha,
Nâzil oldu Cebrâil, hemen Resûlullaha.
Rabbimiz buyurdu ki: (Ey sevgili Habîbim!
Ömer’in konuşması, hoşuma gitti benim.
Onun işbu namâzı, gelmiştir yerine tam.
Hattâ sevâbını da, misliyle ettik ikrâm.
Zîrâ biz, çok severiz gayreti çok olanı.
Sevdiğini çok sevip, böyle çok kayıranı.)
Yine Hazret-i Ömer, bir gün evi önünde,
Hırkasını yamardı, sıcak bir yaz gününde.
Güneşin harâreti, pek fazla olduğundan,
Mübârek vücûdunu, yakmıştı güneş o an.
Dönüp, “sertçe” bakınca, o, güneşe bir kere,
Güneşin sıcaklığı, azaldı birdenbire.
Öyle ki, bulut yokken havada bir zerrecik,
Dünyâyı, bir “karanlık” kapladı hemencecik.
O anda nâzil oldu Cibrîl-i emîn yere.
Rabbinin şu emrini getirdi Peygambere:
Hak teâlâ buyurdu: (Ey şerefli Peygamber!
Güneşe, bir defâ da “şefkatle” baksın Ömer.
Ona, “yumuşaklıkla” bakmaz ise o şâyet,
Güneşin sönen nûru, bir daha etmez avdet.)
Çağırdı Resûlullah, Ömer ibnil Hattâb’ı.
Bildirdi kendisine, Haktan gelen hitâbı.
(Peki yâ Resûlallah!) diyerek o da tekrâr,
Güneşe, “şefkat ile“, bir daha etti nazar.
Sıcaklık ve ziyâsı, geldi eski hâline.
Karanlıktan, ışığa kavuştu dünyâ yine.