Abdullah İbn-i Mukaffâ, kitabında şöyle anlatır:
Hind sultanlarından biri, bir gün meşhur ressamları sarayına çağırdı ve: “İnsanlarla uğraşmaktan, düşmanlarla harb etmekten usandım. Biraz kenara çekilip, huzur istiyorum. Bana bir tablo yapın, buna batçıkça huzur bulayım. Bunu resmedecek sanatçıya büyük bir mükafat vereceğim” dedi. İki sanatçı günlerce çalışırak yaptıkları resimleri sultana götürdüler. Resimlerden birisinde sükunetli bir göl vardı. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen yemyeşil dağların görüntüsünü yansıtmaktaydı. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı. Sultan resme baktı ve onun bir huzur resmi olduğunu düşündü. Diğer resimde de engebeli ve çıplak dağlar vardı. Üst tarafta, öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim, hiç de huzurlu gözükmüyordu. Sultan bu resmi yapan ressama: “Bu resmin bana huzur vereceğini mi düşünüyorsun? Bana böyle bir tabloyu nasıl yaparsın?” diye hiddetlendi. Ressam dedi ki: “Sultanım, siz Müslümanların başında bulunan bir çobansınız. Onların dertlerini, sıkıntılarını sizden başka kimse halledemez. Yani siz, iyilerin işlerini görmeye, kötülerle mücadele etmeye, ömür boyu mahkumsunuz. Sizin huzurunuz, ancak bundadır. Bir kenara çekilip huzur arayamazsınız. Bu tabloyu size bu vazifenizi hatırlatmak için yaptım”
Sultan bu sözden çok hoşlandı ve o ressama büyük ihsanlarda bulundu.