Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri (kuddise sirruh) buyurdu ki:
Fahreddîn-i Râzî tefsîrinde, Enes bin Mâlik’in şöyle anlattığını haber veriyor: “Bir defâsında Resûlullah efendimiz bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık sebebiyle o kimse gâyet zayıf ve hâlsiz düşmüştü. Resûlullah efendimiz o kimseye; “Sen Allahü teâlâya nasıl duâ ederdin?” diye sordu. O da; “Ben; “Allah’ım! Âhirette eziyette olmayayım da dünyâda nasıl olursam olayım. Âhirette sıkıntı çekeceksem onu bana dünyâda ver.” diye duâ ederdim.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah buyurdu ki: “Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: “Rabbimiz! Bize dünyâda da âhirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!” Sonra Resûlullah efendimiz o kimseye duâ etti. O kimse Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu.
Eğer Allahü teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veya çok az vermiş olsaydı, insanlar O’na ibâdet etmekten ve O’nu zikretmekten gâfil olurlardı. İnsanın, dünyâ ve âhiret saâdetine, Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmesi için, ibâdet ve tâatten ve zikrden geri kalmaması şarttır. Buna göre herkes Allahü teâlânın rahmetine muhtactır. Bu durumda iyi düşünce, dert ve sıkıntıların, aslında birer nîmet ve insanı Allahü teâlâya çeken birer kemend oldukları anlaşılır.”