Alâüddîn-i Attâr hazretleri “kuddise sirruh” şöyle anlatmıştır: “Şâh-ı Nakşîbend hazretleri “kuddise sirruh” beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ki, sohbetlerinden hiç ayrılamayacak hâle geldim. Bu hâlde iken, bir gün bana dönüp; “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu. “İkrâm sahibi sizsiniz. Âciz hizmetçinize iltifât etmelisiniz. Hizmetçiniz de sizi sevmelidir,” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine; “Bir müddet bekle, işi anlarsın,” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zamân; “Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?” buyurdu. Beyt:
Eğer maşuktan olmazsa muhabbet âşıka,
Âşığın uğraşması mâşûka kavuşturamaz asla.
Âşığın uğraşması mâşûka kavuşturamaz asla.
Alâüddîn-i Attâr “kuddise sirruh” talebeliğe kabûl edilince, gayretle çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamânda yapıyordu. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi.
Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri “kuddise sirruh”, Alâüddîn-i Attârın kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, kızını ona vermek istiyordu. Bunun için, bir gün hanımına; “Ey hâtun! Kızımız bulûğa erişince bana haber ver,” buyurdu Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâüddîn-i Attârın odasına gitti. Bu sırada Alâüddîn-i Attâr “kuddise sirruh”, eski bir hasır üzerinde kitâp mütâle’a ediyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Ey Alâüddîn! Eğer kabûl edersen, evimde yeni bulûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim.” Alâüddîn-i Attâr, edeple durumunu arz etti: “Hakkımda büyük bir lütuf ve se’âdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur.” Behâeddîn-i Buhârî ise; “Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlâ’nın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!” buyurdu.
Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh”, talebeleriyle birlikte Alâüddîne bir ev yapmak için, çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde, bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirâhat ederken, Alâüddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin, Alâüddîn-i Attâr hazretlerine tesîr etmediğini hayretle görürlerdi. Alâüddîn-i Attâr hazretleri “kuddise sirruh” o hâlde iken Allahü teâlâ’nın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennemin şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahî Allahü teâlâ’yı unutmaz, kalbinde Onun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri Allahü teâlâ’yı zikr eder; “Allah! Allah!” derdi. Ev tamâmlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sahibi, temiz ve edepli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasen, Hâce Şehâbeddîn, Hâce Mübârek, Hâce Alâüddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi.
-devamı var-
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi