Kendisi şöyle anlatmıştır: Buhârânın âlimlerinden ilim tahsîl edip, icâzet aldıktan sonra, memleketime dönmek üzere idim. İçimde Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hazretlerinin yanına gitmek arzûsu hâsıl oldu. Huzûruna varıp; “Beni hâtırdan çıkarmayınız,” diye yalvardım. Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun, buyurdu. Gönlüm iştiyâkınızla dolu, sizi seviyorum, dedim. Bu arzû ne sebepten geliyor, dedi. Büyük bir zâtsınız ve herkesin makbûlüsünüz, dedim. Bunun üzerine; bu sebep kâfî değil, dahâ makbûl bir şey bulman lâzımdır. Halkın beni kabûlü şeytânî olabilir, buyurdu. Bunun üzerine; sahîh bir hadîs-i şerifte; (Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalplerine düşürür. İnsanlar onu severler) buyrulmuştur, dedim.
Sözümü bitirince tebessüm etti ve; “Biz azîzânız [azîzlerdeniz]” buyurdu. Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana; “Azîzânın mürîdi, talebesi ol!” buyurmuşlardı. Rüyayı unutmuştum. Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hazretleri; “Biz azîzânız.” buyurunca hâtırladım. Tekrâr; “Bana teveccüh ediniz, hâtırınızdan çıkarmayınız,” diye yalvardım. Buyurdu ki: Bir gün Azîzândan [Alî Râmitenîden] böyle bir istekte bulunmuşlar. O da, bir şeyin hâtırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hâtırlamaya vesîle olacak bir şey istemişler. Bunu söyledikten sonra, bana mübârek takkesini hediye etti ve buyurdu ki: Senin bana verecek bir şeyin yok, şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hâtırla ve yanında bul.
-devamı var-
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi