Yemek yemede ihtiyâtı o kadar çok idi ki, bir hediye gelseydi, onu; “Biz hediyeyi geri çevirmeyiz” hadîs-i şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsi işlerine de sarf etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta bildirildiği şekilde “Bu daha helâldir ve daha iyidir” hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek pişirenin abdestli olmasını, hattâ huzûr ve safâ sahiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice tenbîh ederdi. “Huzûr ve ihtiyât sâhibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar ki, feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze vesîle olan temiz rûhlar, kalb aynasının karşılarında durmazlar” derdi. Bütün talebelerini bu husûsa riâyete teşvik eder, az bile olsa, riâyet etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.
Birgün hâl ve keşf sâhibi dostlarından biri gelip; “Hâlimde bir bağlanma, bir kapanma, kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum, ne kabahat işlediğimi bilemiyorum” deyince, Hâce hazretleri; “Yemeklerde ihtiyâtsızlık vâki oldu” buyurdu. “Yemekler, her günkü yemeklerdi” deyince, Muhammed Bâkî-billah hazretleri; “İyi düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyâtsızlık bu hâle sebep olmuştur” dedi. İyice düşününce; “Yemek pişerken, ihtiyâtlı olmayan, helâl olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için yakıldığını hatırladım” dedi. Bunun gibi, her işte azîmet ve en evlâ olan şekliyle hareket ederdi. Ya’nî şüphelilerden sakındığı gibi, mübâhların da fazlasından sakınır, mübâhları zarûret miktarı kullanırdı. Yemek husûsundaki bu ihtiyâtı, onların mübârek yollarının ve hâllerinin letâfet ve temizliği sebebiyle idi. Temiz bir aynaya, bir nefesin bile te’sîr edeceği kadar, saf ve temiz idi. Bu sebepten, talebeleri toplanınca, etrâflarında en temiz ve en muhlis olanları oturturlardı. Aralarında bir yabancı olsa, hemen onun gafleti, noksanlığı, düşünceleri mübârek kalb aynasına aks ederdi.
-devamı var-
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi