Yakın talebelerinden biri anlattı: “Abdurrahmân Tâhî, henüz hocamıza bağlanıp talebesi olmak şerefine kavuşmamıştı. Hocamızın, zamanın gavsı olup olmadığı hakkında tereddüdü vardı. Birgün gavslık alâmetlerini kitaptan okuyarak huzûruna gitmeyi, bu alâmetlerin üzerinde olup olmadığını görmeyi arzu etti. Kitapta; “Gavs olanın üzerine yağmur yağmaz” ibâresi vardı. O, kitaplarla meşgul iken evine bir talebe geldi ve; “Hocam Sıbgatullah hazretlerinin selâmı var; “Misâfirlerimin kalabalık olması sebebiyle ziyâretine gelemiyorum. Lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin” buyurdu” dedi. Abdurrahmân Tâhî de; “Ben de onu ziyâret etmeyi düşünüyordum. Bugün bizde misâfir ol da yarın beraber gideriz” dedi. Sabahleyin yola çıktılar. Seyyid Sıbgatullah, onların gelmekte olduklarını haber alınca, talebeleriyle kasabanın dışına çıkıp, bir tepenin başında beklemeye başladılar. Mevsim ilkbahardı, gökyüzünde hiç bulut yoktu. Nihâyet beklenen misâfirler geldiler. Tepenin başında güzel bir sohbet başladı. Bu sırada masmavi olan gökyüzünde bulutlar birikmeğe, şimşekler çakıp gök gürlemeğe başladı. Derken sağnak hâlinde şiddetli bir yağmur başladı. Abdurrahmân Tâhî, kitaptan okuduğu gavs olanın alâmetlerini hatırladı ve dikkatle Sıbgatullah hazretlerini ta’kib etmeye başladı. Semâdan inen yağmur taneleri mübârek Seyyid’in üzerine inmeden etrâfına meyl ederek yere düşüyor, hiç üzerine yağmıyordu. Hepimiz sırılsıklam ıslandığımız hâlde onun üzeri kupkuru idi. Abdurrahmân Tâhî, bu hâli görünce bir anda kendini kaybederek bayıldı. Oradakiler telâşa kapıldılar ve; “Herhalde öldü” diyorlardı. Seyyid Sıbgatullah ise; “Korkmayın, telâşa kapılmayın, Allahü teâlânın sevdiği velî kullarının himmeti, bereketli yardımı kuvvetlidir” buyurdu. Biraz sonra Abdurrahmân Tâhî kendine geldi ve hocamın büyüklüğünü kabul ederek, en önde gelen talebelerinden oldu.
Seyyid Sıbgatullah’ın “kuddise sirruh” talebelerine teveccühü, sohbetinden daha ziyâde ve daha fâideli idi. Onun için sohbet süresi çok az olurdu. Talebeleriyle sessiz otururken talebelerinden pekçoğu cezbeye kapılır, kendinden geçerdi. Bir defasında oğlu Behâeddîn, babasından izin alarak va’za başladı. İki saat kadar kalpleri aydınlatan güzel sözler söyledi. Fakat hiç kimsede muhabbet ve cezbe emaresi görülmedi. Sohbet bittikten sonra, Seyyid Sıbgatullah; “Haydi kalkınız, ikâmet getiriniz de namazımızı kılalım” der demez, cemâat cereyana kapılmış gibi cezbeye tutuldular.
Sevdiği talebelerinden biri anlattı: “Hocamız birgün murâkabe hâlinde otururken tebessüm ettiler. Bu hâli daha önce hiç görmediğimiz için merak ettik ve; “Bu tebessüm etmenizin hikmeti ne idi efendim?” diye suâl ettik. Buyurdular ki: “Bir talebemiz Botan Çayı’nda başını yıkamış, saçını tararken, tarak saçına takıldı. Canı acıyınca bizden yardım istedi. Onun için tebessüm ettim.”
-devamı var-