-HAYATINDAN KESİTLER-
Abdülhakim efendi hazretlerinden ilim öğrenmesi (Arabî ve Farisî öğrenmesi):
-3-
1929 senesi daha onsekiz yaşında idim. Yedi sene devamlı gitdim. Bazan sabah namâzında giderdim, yatsıya kadar ayrılamazdım. Yemek vakitlerinde, Şakir efendi ile haber gönderir, Hilmiyi çağırın derdi. Masada tam karşısına otururdum. Abdülhakim efendi hazretlerinin yanında dünyayı unuturdum, yanından ayrılamazdım, sohbetinden çıkınca, dışarıda dünyayı yeniden görüyor gibi olurdum. Ne tatlı günlerdi. Allah onların sevgisinden ayırmasın bizi. Zaten onlar bir insanı severse, o da onu severmiş. Bizim ev Fatihde idi. Eyyûbsultandan vapurla köprüye gideceğim. Köprüden tramvayla Fatihe gideceğim. Son vapuru beklerdim. Bakardım, “Son vapurun kalkmasına yarım saat var” derdim, “5-10 dakika daha oturayım” diye düşünürdüm, ayrılamazdım. Bir de bakardım, 10 dakika var. “Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakikada giderim” diye düşünürdüm. “5 dakika daha otursam kârdır” derdim. Bir de bakardım 5 dakika var, “kalkmıyacağım ne olursa olsun” derdim. İskeleye gidince bakardımki, vapur kalkmış, yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fatihe giderdim. 5-10 dakika diyerek , vapuru kaçırırdım, başka vasıtada yoktu. Gece yürüyerek giderdim. Mübârek, bana arabcayı, farscayı öğretdi. Her gidişimde Mevlana Hâlid efendimizin dîvanını okuturdu bendenize. Kelime kelime anlatırdı. Başından sonuna kadar hatm etdik..
Efendi hazretleri nereye gitse, ben de peşinden giderdim. Bazan herkes bahçede oynarken, ben Efendi hazretlerinin dizinin dibinden ayrılmazdım. Efendi hazretlerinden, hiç duymadığım şeyleri duyardım, defterime not eder, ezberlerdim. Efendi hazretlerine olan muhabbetim de benden değildi. Beni Kendisi cezb ederdi. Yâni cezbetmek de Efendi hazretlerindendi. Sanki elli sene sonrasını, bu günleri görmüş gibiydi.
Yemekte, namazda, istirâhatte, bir yere gitmekte, Efendiden hiç ayrılmazdım, her hareketine dikkat ederdim ve hep onu dinlerdim. Bir dakîkanın boş geçmemesi için çırpınırdım, her fırsatta yanına giderdim. Başka camilerdeki vaazlarına da giderdim.
Arabî ve Farisî okutmadan evvel, bazı türkce kitablardan ders verdi. Sonra arabî ve farisî okuttu. Emsile, avâmil, simâ’î masdarlarını, emâlî kasîdesini, Mevlânâ Hâlid dîvânını, İsaguci denilen mantık kitâbını ezberletti. Bir şey öğretmediği birgün olmamıştı. İmâm-ı Begavî’nin “Kazâ-kader” hakkındaki yazısının, Arabî’den Türkçeye tercümesini yaptırdı bana. Gece evde yazdım, ertesi gün götürdüm. “Çok iyi, doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti” buyurdu. (Bu tercüme, Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındadır). Bir gün bahçede kanepede oturuyorduk, başını kaldırdı; “Beni dinleyen kazanır, ama dinleyen yok” buyurdu. Sonra ilave etdi; “Ama sen dinlersin, değil mi” buyurdu. Evet efendim dedim. Subay olduğum halde yüzüne bakamazdım. Hep önüme bakardım. Efendi hazretlerinin yüzüne baktığım vaki değildir benim. Kalbi kırılır diye korkardım, üzülecek diye ödüm patlardı. Efendi hazretleri, mübârek, çekti kurtardı bizi. Din ve dünyâ seadetini verdi bize.
Öyle ni’metler içerisindeyiz ki… Dünya ve ahiret ni’metleri içinde yüzüyoruz. Hep bunlar Efendi hazretlerinin bereketidir. Bütün kazandıklarımız Abdülhakim efendi hazretlerinin bereketi ile olmuştur. Ya efendim, ben hocamdan bir şey öğrendim, o da bana yetti. O ne? Bu sevilir, bu sevilmez, bu iyi bu kötü. Âlim demek, bu iyi bu kötüyü bilen demekdir, yoksa çok kitap okuyan değildir. Allahü teâlâ inşâallah âhırette de huzurlarından ayırmaz bizi. Hadîs-i şerif müjde veriyor. “El mer’u mea men ehabbe.” insan, dünyâda kimi severse, âhırette onun yanında olacak. Biz de Onları seviyoruz. Bu sevgiyi de bize veren gene onlar. Sevgi yukarıdan aşağıya gelir. Onlar kendilerini sevdirdi. Biz sevmeyi bilemezdik. Zaten ilk gördüğümde talebeydim.
Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındaki, “Kazâ-kader” hakkındaki bilgi;
Büyük âlim imâm-ı Begavî buyuruyor ki: (Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve din sâhibi olan Peygamberlerine “aleyhimüsselâm” bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakîdir. Cehennemde kalacakdır. Bir kısmı da sa’îddir. Cennete gidecekdir. Bir kimse, hazret-i Alîden “radıyallahü anh” kaderi sordukda: (Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!) buyurdu. Tekrâr sorunca: (Derin bir denizdir) buyurdu. Tekrâr sordu. Bu def’a: (Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı) buyurdu.)
-devamı var-