08-01-2013 tarihinde Güzelşehir’deki son sohbetden hülasa:
Enver abim buyurdular ki;
-4-
Ehl-i sünneti anlatacağım diye Mübareklerin ömrü tükendi. Muhabbeti anlatacağım diye Mübareklerin ömrü tükendi. Efendi hazretlerini tanıtacağım diye Mübareklerin ömrü tükendi. İmam-ı Rabbani hazretlerinden bahsedeceğim diye Mübareklerin ömrü tükendi. Onların anlattığı başka bir şey yoktur. Ehl-i sünnet itikadı, büyüklere muhabbet, Efendi hazretlerini, İmam-ı Rabbani hazretlerini, bütün büyüklerimizi tanımak, rahmetle anlatma, bilhassa Mektubattan çok istifade etmek… Ne kadar güzel bir yol ya Rabbi. Hiç sağı solu yok, ilavesi noksanı yok. Bütün ömürleri sadece üç beş madde içerisinde geçti. Ne hikâye, ne vaka, ne hatıra varsa, bir konuyu belki 10 defa 20 defa tekrarlayabilirlerdi. Ama her defasında insan ayrı bir zevk alırdı.
Mesela Ankara’dan geliyordum buyurdular. Trende yer yok, kompartımanlar dolu, koridorlarda köylüler yere yatmış. Ben de iki vagon arasında dururdum, demirler ayağımın altında ileri geri oynardı. Elimi tuttuğum demir o kadar soğuktu ki elim bazen buzlanırdı, elimi ayırmakta zorluk çekerdim. Bu vaziyette Haydarpaşa İstasyonuna gelirdim. Oradan vapurla biner Eyüp’e giderdim. Hiçbir yere uğramadan doğru Efendi hazretlerine giderdim. Bir defasında, gittiğim zaman kimse yoktu. Efendi hazretleri kahvaltı yapıyormuş. Şakir efendi geldi. Mübarek buyurmuşlar ki, Hilmi’yi çağır beraber yiyelim. Yer sofrası, küçük bir demlik, çaydanlık, zeytin, peynir, yoğurt. Efendi hazretleri sabahları yoğurt yemeyi severlerdi. Hadi sen de ye buyururlardı. Ben de yerdim. İkinci veya üçüncü bardaktan sonra çayı yarıya kadar içerler kalanını bana verirler, sen bitir buyururlardı. Efendim müminin artığı hem bedene hem de kalbe şifadır. Sonra, nereden geldin derlerdi. Ankara’dan. Bir yere uğradın mı? Hayır doğru buraya geldim. Aferin. Akşama kadar beraber olurduk. Son vapur akşam dokuzda. Ben yerimden kıpırdamaz bakamazdım dahi. Boş aralarda bana Farisi öğrettiler, Arabî öğrettiler. Benimle çok ilgilendiler. Neden? Çünkü ben çok iyi bir alıcıydım, doymayan bir alıcıydım. Onlar da verici.
Bir gün bir tekkeye çok miktarda gıda maddesi gelmiş. Talebesi hocasına bunları ne yapalım demiş. Hocası da talebelere ver demiş. Yiyecekler dağıtılmış ama yine çok kalmış. Şimdi ne yapalım? Hoca, git fakirlere dağıt demiş. O da arayıp tarayıp kilisedeki fakirleri bulmuş. Yemekleri dağıttıktan sonra dergâha geri dönmüş. Fakir bulamayınca oraya götürdüm. Hoca, iyi yapmışın demiş. Bir saat sonra kilisedeki fakirlerin hepsi dergâha gelmişler. Şeyh efendiyi görmek istiyoruz. Mübarek zatı görünce efendim ne olur bize islamiyeti telkin edin, biz hepimiz Müslüman olacağız. Başlıyorlar kelime-i şehadet getirmeye, yer gök inliyor. Talebesi hocasına; efendim bunlar bir yemek yediler Müslüman oldular, bunun hikmeti nedir? Buyurmuşlar ki, müminlerin artığında şifa vardır. Sen bu yemeği onlara verdin. Allahü teâlâ onların kalbine bir nur verdi. O nur onlara islamı nasip ettirdi. Onun için ya verici olun ya alıcı olun..
Mesela Ankara’dan geliyordum buyurdular. Trende yer yok, kompartımanlar dolu, koridorlarda köylüler yere yatmış. Ben de iki vagon arasında dururdum, demirler ayağımın altında ileri geri oynardı. Elimi tuttuğum demir o kadar soğuktu ki elim bazen buzlanırdı, elimi ayırmakta zorluk çekerdim. Bu vaziyette Haydarpaşa İstasyonuna gelirdim. Oradan vapurla biner Eyüp’e giderdim. Hiçbir yere uğramadan doğru Efendi hazretlerine giderdim. Bir defasında, gittiğim zaman kimse yoktu. Efendi hazretleri kahvaltı yapıyormuş. Şakir efendi geldi. Mübarek buyurmuşlar ki, Hilmi’yi çağır beraber yiyelim. Yer sofrası, küçük bir demlik, çaydanlık, zeytin, peynir, yoğurt. Efendi hazretleri sabahları yoğurt yemeyi severlerdi. Hadi sen de ye buyururlardı. Ben de yerdim. İkinci veya üçüncü bardaktan sonra çayı yarıya kadar içerler kalanını bana verirler, sen bitir buyururlardı. Efendim müminin artığı hem bedene hem de kalbe şifadır. Sonra, nereden geldin derlerdi. Ankara’dan. Bir yere uğradın mı? Hayır doğru buraya geldim. Aferin. Akşama kadar beraber olurduk. Son vapur akşam dokuzda. Ben yerimden kıpırdamaz bakamazdım dahi. Boş aralarda bana Farisi öğrettiler, Arabî öğrettiler. Benimle çok ilgilendiler. Neden? Çünkü ben çok iyi bir alıcıydım, doymayan bir alıcıydım. Onlar da verici.
Bir gün bir tekkeye çok miktarda gıda maddesi gelmiş. Talebesi hocasına bunları ne yapalım demiş. Hocası da talebelere ver demiş. Yiyecekler dağıtılmış ama yine çok kalmış. Şimdi ne yapalım? Hoca, git fakirlere dağıt demiş. O da arayıp tarayıp kilisedeki fakirleri bulmuş. Yemekleri dağıttıktan sonra dergâha geri dönmüş. Fakir bulamayınca oraya götürdüm. Hoca, iyi yapmışın demiş. Bir saat sonra kilisedeki fakirlerin hepsi dergâha gelmişler. Şeyh efendiyi görmek istiyoruz. Mübarek zatı görünce efendim ne olur bize islamiyeti telkin edin, biz hepimiz Müslüman olacağız. Başlıyorlar kelime-i şehadet getirmeye, yer gök inliyor. Talebesi hocasına; efendim bunlar bir yemek yediler Müslüman oldular, bunun hikmeti nedir? Buyurmuşlar ki, müminlerin artığında şifa vardır. Sen bu yemeği onlara verdin. Allahü teâlâ onların kalbine bir nur verdi. O nur onlara islamı nasip ettirdi. Onun için ya verici olun ya alıcı olun..
-devamı var-
ali zeki osmanağaoğlu