Huzurpınarı ailesinin muhterem üyelerinin Cum’a gününü tebrik eder, müstecâb dualarınızı istirham ederiz efendim.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim
ali zeki osmanağaoğlu
——————————
Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer….
Bâzı hatıralar vardır ki, kalblere nakşeder.
O hatıraları hatırlamak, Cennet hayatı yaşamak gibidir…
……………
– geçen haftanın devamı –
Câmi’ dağılınca, Efendi hazretleri ile berâber câmi’in yan tarafındaki küçük bölmeye girdik. İçerisi çok kalabalık idi. Sâdece rahlenin önünde birazcık boşluk vardı. Onun için en önde, rahlenin hemen önüne oturdum. Efendi hazretleri ile burun buruna oturduk. Dikkatle dinliyordum, rahle üzerindeki kitâbdan, hiç işitmediğim bilgileri anlatıyordu. Efendi hazretleri bir minder üzerine oturmuşdu. Anlatırken bana bakıyordu. Çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken define bulmuş fakîr gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm efendiden hiç ayırmıyordum. Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeğe, söylediği her biri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeğe dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı birşeyler dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri beni mest etmişdi. Efendi hazretleri, “İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki…” dediğinde İmâm-ı Rabbânî kim diye düşündüm. Hiç işitmemişdim. Rabbânî deniliyor. Allahü teâlâ ile ilgili mi acabâ dedim. Aklıma melek geldi. Cebimden not defterimi çıkarıp araşdırmak için yazdım. Sonra buyurdu ki; Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksekdi ki, bütün kemâlât-ı nübüvveti câmi’ idi. Resûlullah Efendimiz hâtem-ül enbiyâ olmasaydı, bir nebî dahâ gelmek câiz olsaydı, Peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden o hâli ile Peygamber olurdu. Bütün kemâlât-ı nübüvvet verilmiş, yalnız makâm-ı nübüvvet verilmemiş idi. Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid hazretlerine Peygamberlik makâmı hâricinde her kemâlâtı vermişdir. Bütün nübüvvet evsâfına câmi’i idi. Ya’nî Peygamberde bulunmakda olan ahlâk ve evsâfının hepsi onda vardı. Yalnız bir noksan vardı ki, sâdece Peygamberlik makâmı verilmemişdir, Peygamber olmamışdır. Çünki Peygamberimiz, âhir zemân Peygamberidir. Ondan sonra Peygamber gelmez. Onun için o Peygamber olarak değil de, evliyâ olarak, âlim olarak gelmişdir. Tesavvuf yolunun ve evliyâların en yüksek derecesindedir. O evliyâ ki asrlarda bir yetişir. İşte Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onlardandır. Kemâlât-ı nübüvvetin hepsi onda vardır. Mevlânâ Hâlid ismini de hiç duymamışdım. Buradaki kabrde yatan zâta, Hâlid bin Zeyd deniliyor. Herhâlde, bu türbedeki yatan zâtdan bahs ediyor diye düşünmüşdüm fekat Mevlâna deyince tereddüd etdim. Mevlâna Hâlid ismini de not defterime yazdım. Bunları sorayım diye hepsini defterime yazdım. O defter hâlâ evde duruyor. Efendi hazretlerinden işitdiklerimden not aldığım defterlerin hepsi duruyor, fırsat olunca onları size okuyayım inşâallah. Efendi hazretleri orada, Yasîn-i şerîf sûresini tefsîr ediyordu. Yasîn’in ma’nâsını anlatdı. Buyurdu ki; Yasîn: Ey benim bahr-i yakînimin sebbahı olan sevgili Peygamberim, Habîbim, yakîn denizimin dalgıcı demekdir. Bunları hiç duymamışdım. Babamın okuma yazması yokdu. Öğrenmeğe vakti olmamış. Ömrü hep muhâcirlik ile geçmiş. Doksanüç harbinde, arkadan düşman kovalamış, onlar kaçmış, öyle gelmişler. Onun için bize pek birşey öğretemedi fekat öğrenebilmemiz için çok uğraşdı. Yalnız hesâbı çok kuvvetli idi. Meyve hâline meyvehoş denirdi, meyvehoşda kantar memûru idi. Meselâ yedi kere otuzyediyi hemen bilirdi. Herşeyi, Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, kimin sevilip, kimin sevilmeyeceğini öğrendim. Va’z beş dakîkada bitdi. Ne çabuk bitdi dedim. Meğer öyle dalmışım ki, bir sâat geçmiş. Bana beş dakika gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde rü’yâdan uyanır gibi kendime geldim. Herkes dışarı çıkarken, câmi’ kapısında eğilip pabuçlarımı bağlıyor, iplerini geçiriyordum. Askerî pabuç olduğundan iplerini bağlamak uzun sürüyordu. Birisi omuzuma eğildi, çok tatlı bir ses tonu ile “Küçük Efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezârlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz.” dedi. Bir de bakdım ki biraz evvel va’z eden hoca efendi, Abdülhakîm efendi hazretleri idi. “Baş üstüne efendim.” dedim. Tabî’i o zemân büyüklüğünü bilmiyordum. İşte, böyle isteyen herkese verir. İstemeyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, duâ etdim, istedim de kavuşdum. Rabbim zâhir babamı aldı, hakîkî baba verdi, Efendi hazretlerini verdi. Bakın Abdülhakîm efendi hazretleri, bir görüşde, “Seni sevdim.” diyor. Hâlbuki Evliyânın sevgisini kazanmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Gözüne girmek, teveccühünü kazanmak için kırk-elli sene hizmet ediyorlar. Büyük bir zâtın kalbine girmek, sevgisini kazanabilmek için, senelerce hizmet edip, karşısında edeble boynunu bükmek lâzımdır. Dahâ beni ilk görüşde “Küçük efendi seni sevdim.” dedi ve evine de da’vet etdi. Hem sevmek, hem de da’vet… Onlar yalan söylemez ki, Evliyâ yalan söylemez. Bu yola zahmetsiz, imtihânsız kabûl edildim. Bir de İmâm-ı Rabbânî hazretleri var böyle. Diğerleri ağır imtihânlardan geçerek, senelerce çile çekerek kabûl edilmişlerdir. Büyüklerin bir iltifâtına kavuşmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Biz hizmet etmeden iltifâta kavuşduk. Ne büyük se’âdet yâ Rabbî, ne büyük ni’met. Allahın bir velîsi da’vet ediyor. Hemen gitdim elhamdülillah. Da’vet etmese idi, gidemezdim. Kendisinin da’vet etmesinden cesâret alarak hemen gitdim.”
Fî emanillah
Ey gözlerimin nûru, ey cândan yakîn cânân!
Abdülhakîm Arvâsî, hasta rûhlara dermân!
Bizler nerede siz nerede, perdeler feth olmuyor,
Sizden uzak kaldıkca, kalbler râhat bulmuyor.
Sohbetden, muhabbetden, dâim konuşurdunuz,
Talebe, hocası ile ölçülür, diyordunuz.
Adım adım, hakîkat yolunu geçmişsiniz!
Rûhları serhoş eden, şerbetden içmişsiniz!
Dünyâ yok gözünüzde, kalb sâhibi ile meşgûl,
Sensin cihânda şimdi, Rabbin en sevdiği kul!
Tevâzû’, büyüklüğün alâmeti derdiniz,
Her hareketinizde bunu gösterirdiniz.
Cihân zûlmetde iken Fehîm nûr saçıyordu,
O haznedeki esrâr, hep size nasîb oldu!
Ya Rabbî! Seyyid Fehîm, ne büyük mürşid imiş,
ölü kalbi dirilten, bir Hakîm yetişdirmiş.
Resûlullahdan gelen, nûru nakş etmiş size,
En büyük arzûmuzdur, kavuşmak lutfünüze!
Nûra kavuşulur mu, bir rehber olmadıkca?
Kalbleri ihlâs ile, ona bağlamadıkca.
Abdülhakîm Arvâsî, hasta rûhlara dermân!
Bizler nerede siz nerede, perdeler feth olmuyor,
Sizden uzak kaldıkca, kalbler râhat bulmuyor.
Sohbetden, muhabbetden, dâim konuşurdunuz,
Talebe, hocası ile ölçülür, diyordunuz.
Adım adım, hakîkat yolunu geçmişsiniz!
Rûhları serhoş eden, şerbetden içmişsiniz!
Dünyâ yok gözünüzde, kalb sâhibi ile meşgûl,
Sensin cihânda şimdi, Rabbin en sevdiği kul!
Tevâzû’, büyüklüğün alâmeti derdiniz,
Her hareketinizde bunu gösterirdiniz.
Cihân zûlmetde iken Fehîm nûr saçıyordu,
O haznedeki esrâr, hep size nasîb oldu!
Ya Rabbî! Seyyid Fehîm, ne büyük mürşid imiş,
ölü kalbi dirilten, bir Hakîm yetişdirmiş.
Resûlullahdan gelen, nûru nakş etmiş size,
En büyük arzûmuzdur, kavuşmak lutfünüze!
Nûra kavuşulur mu, bir rehber olmadıkca?
Kalbleri ihlâs ile, ona bağlamadıkca.