Huzurpınarı ailesinin muhterem üyelerinin Cum’a gününü tebrik eder, müstecâb dualarınızı istirham ederiz efendim.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim
ali zeki osmanağaoğlu
1991 senesi Ağustos ayında, bir haftalık tatile çıkacaktık. Enver abimden izin almak için gittiğimde, akşama misafirliğe gidecekleri abinin evine beni de davet ettiler. Orada, bir müslimanın evi şöyle şöyle olmalıdır diye tarif ediyorlar ve bunları anlatırken beni muhatap alıp bana anlatıyorlardı. Ertesi gün biz tatile çıktık. Birkaç gün sonra bizim bulunduğumuz apartmanda bazı hadiseler olmuş, hemen İstanbul’a dönmemiz icab etti. İstanbul’a dönünce olanları Enver abime anlattım. Evinizi hemen değiştirin buyurdu. Birkaç saat içinde ilk bulduğumuz ev, üç gün evvel Enver abimin tarif ettiği eve tam olarak da uyuyordu. Bu evi alalım mı diye sormağa gittim. Efendim, geçen gün ev konusunda anlattıklarınızı bendeniz’e söylemişsiniz, bugün anladım dedim. Bu evi hemen al, buyurdular. Nasıl alacağımı tarif edip dua ettiler. O zaman imkanım olmadığı halde Enver abimin duası ile çok kolay oldu. Eve taşınınca ilk misafirimiz Enver abimdi, o gün evi gezip şuralarını şöyle yapın diye tavsiyelerde bulundular ve kahve içtikleri odada üstteki resim hatıra kaldı. Yemekten sonra sohbet ederken Enver abim buyurdular ki; İmanın alameti, hubbu fillah buğdu fillahdır. Bir insan ahiretde, nerede ve kimlerle olmak istiyorsa, bunu dünyada tercih edecek. Allahü tealanın veli kullarını ne kadar çok severseniz ve onlara karşı ne kadar edepli olursanız, o büyüklerden o kadar çok feyz alırsınız. Allahü teala sizi yükseltir. Bu büyüklere karşı edebi, muhabbeti olmayan mahvolur. Allahü tealanın bir kulunu sevmesi, O’nun çok sevdiği veli kullarının kalbine girmeğe, onların sevmesine bağlıdır. Bu büyüklerin, bir kişiyi kabul etmesi, peygamber efendimizin ve Allahü tealanın da kabul etmesi demektir. Bu büyüklerin bir kişiyi sevmemesi, o kişiyi peygamber efendimizin ve Allahü tealanın da sevmemesine sebep olur. Son nefesde beyindekiler silinir, kalbdekiler kalır. Kalbde neyin muhabbeti varsa imanla ölmek veya imansız ölmek, bu sevgiye bağlıdır. Kurtulmanın çaresi, kurtulanlarla beraber olmaktır, onları sevmek, onların yolunda olmaktır. Birgün Mübârekler buyurdular ki; Efendim, Yûsüf-i Hemedânî hazretleri senede bir ay Bağdâd’a gelip vâaz ederdi. Nitekim Seyyid Fehîm hazretleri de senede bir ay Van’a gelip Şa’bâniyye câmi’inde vâaz verir ve giderdi. Bazı büyükler böyle yaparlarmış. Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin Bağdâd’a geldiği zemânki vâazını dinlemeye birgün üç arkadaş gelmek için yola çıkıyor. Yolda gelirlerken birisi kalbinden diyor ki, ya Rabbi bu ne bahtiyârlık, bu ne se’âdet. Bir Allah adamı bu memlekete gelmiş bize nasîhat verecek, vâaz verecek. Biz ne kadar şanslı insanlarız. Birisi de diyor ki, bu hocalar para kazanmak için, şöhret kazanmak için ta kendi köylerinden kalkıp buraya geliyorlar. Ona bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek, rezil olacak, diyor. Kalbinden kesinlikle reddediyor. Biz niye gidelim bunun vâazını dinlemeğe? Hadi arkadaşların hâtırı kırılmasın deyip geliyor ama kesinlikle reddediyor. Üçüncüsü de diyor ki, madem gelmiş arkadaşlarım inşâallah istifâde eder ama burada hoca mı yok? Buradakiler de zâten bu halka yetiyorlar. Ta nerelerden buraya kadar gel. “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” diyor. Bu üçüncüsü ne kabul ediyor, ne reddediyor. Biri tam teslîm, biri tam red, biri de ortada. Yûsüf-i Hemedânî hazretleri bakıyor, birinciye diyor ki, “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâ’yı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdâd’da bir kürsüde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir, dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim. Sen o kadar büyük bir evliya olacaksın ki senin asrında senden daha büyük bir evliya olmayacak. Senin ayakların bütün o evliyaların omuzlarının üstünde olacak” buyuruyor. Sen bu dereceye Allahü teâlânın Velî kullarına olan sevgin, muhabbetin sâyesinde, ihlâsın sâyesinde kavuşursun.” İkincisine sıra geliyor, ona bakarak diyor ki; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevabını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevabı da şöyledir. Ben anlıyorum ki, senden küfür kokusu geliyor, sen mürted olacaksın. Hem büyük âlim olacaksın hem dinsiz olacaksın, mürted olacaksın. Çünki senin kalbinde ihlâsın yok. Allah adamlarına karşı muhabbetin yok. İhlassızlığın yüzünden ve Allah adamlarına karşı olan buğzun yüzünden îmânını gayb edersin, Allah adamlarına karşı olanlar paramparça olur.” diyor. İbn-üs-Sakkâ, Dicle nehrinin kenarında bir taşın üzerine oturur, Allah’ın var ve bir olduğunu üçyüz delil ile ispat edermiş. O kadar büyük âlim olmuş. Sonra İstanbul’a gitmiş. Orada kötü insanlarla beraber olmuş ve İslamiyetden ayrılmış. Onun için mürted deniyor. Bu kadar çok ilmi onu kurtaramamış. İbn-üs-Sakkâ ihlassızlığı yüzünden, Allah adamlarına karşı edepsizliği ve buğzu yüzünden, kibiri yüzünden helak olmuş. Allahü teala ondan her şeyi almış, imanı almış, böyle helak etmiş. Sonra bu adam Dicle nehrinin kenârındaki aynı taşa oturup, üçyüz delîl ile Allah üçdür diye isbâta kalkışırmış. Üçüncüsüne de diyor ki, “Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevabını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek, sen dindar olmazsın, dinsiz de olmazsın. Zengin de olmazsın, fakir de olmazsın. sürünüp gidersin” buyurmuş.. Bu üç gençden birincisi seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. Allahü teâlânın velî kullarına olan sevgisi, saygısı ve edebi sâyesinde evliyânın en büyüklerinden oluyor. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişti. Zamânında bulunan Evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makâmlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Zamânında bulunan bütün Evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında hürmette kusûr etmezler idi. Bunlar meydâna çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılmış oldu. İkincisi İbnü-s Sakka; Allah adamlarına olan buğzu, nefreti ile îmânını kaybetmiş. Üçüncüsü de hiç tanınmamış bile.
Fî emanillah