Huzurpınarı ailesinin muhterem üyelerinin Cum’a gününü tebrik eder, müstecâb dualarınızı istirham ederiz efendim.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim
ali zeki osmanağaoğlu
Mübarek Hocamız buyurdular ki;
Ankara vâlîsi Âbidîn Pâşa varmış. Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî’sini şerh etmiş ki, çok ağır bir kitâbdır o. Âbidîn Pâşanın kabri Fâtih câmi’inin bağçesindedir. Sultân Hamîd hân zemânında Ankara vâlîsi idi. Onlar âlim insanlar idi. Hem âlim hem edîb. Edîb demek; terbiyeli demekdir. Ankara vâlîsi İstanbul’a, Halîfe’ye mektûb yazıyor. O zemân halîfe Sultân Hamîd hân idi. “Efendim, Ankara’nın içme suyu malumuâliniz kireçlidir. Ankara’dan altmış kilometre uzakda Elmadağı var efendim. Elmadağı’nda mis gibi su çıkıyor, hiç kireci yok, gâyet lezzetli. Ankara’daki evlâdlarınız, para topladık efendim. Bu Elmadağı’nın suyunu Ankara’ya getireceğiz müsâ’ade buyurulursa.” diyor. Böyle büyük iş yapmak için Halîfe’den izn almak lâzım imiş. Halîfe’den izin almadan olmaz bu iş. İzin istiyor. Sultân Hamîd hân da cevâb yazıyor: “Evlâdım, bizim dînimizde su getirmek çok büyük ibâdetdir. Oradaki evlâdlarımız müsâ’ade etsinler de bu ibâdetin sevâbını ben alayım. Onun için kaç bin altın topladınsa onu sâhiblerine iâde et, geriye ver. Bu suyun bütün masraflarını ben te’mîn edeceğim” diyor. Serâydan verecek fekat devletin parasını değil. Vergi milletin hakkıdır. Onun için Sultân Hamîd hân serâydan verecek fekat vergiden veremez. Babasından kalma mîrâsları vardı. Kendi mülkü olan toprakları var. Babalarından kalmış olan paralardan veriyor ve Ankara’ya o su geliyor. Ankara’da yüzlerce yere çeşme yapılıyor. Cebeci ile Kurtuluş istasyonunun arasında meydân var, çukurda. O çukurdaki meydânda Sultân Hamîd Hânın öz parası ile yapdırdığı çeşme var idi. Haziran ayında, sıcakda, o çeşmeden su içdim, buz gibi idi. Dağdan geliyor çünki. Kar suyu, buz gibi idi. Ankara’nın her yerinde vardı bunlar. Sonradan o çeşmeler kaldırıldı. Osmânlı halîfesi milletine, tertemiz buz gibi suyu dağdan getirtmişdi. İşte o suyun geçdiği su künkleri, bizim bağçede idi.
Kimyâ fakültesini 1936 yılında bitirince, Ankara’ya ta’yîn oldum. Mamak’da kimyâ fabrikası vardı. Oraya ta’yîn etdiler beni. Mamak’da köylülerden birinin evini kirâ ile tutdum. Ev çok büyükdü. Bağçesi de çok kocaman idi. Vişne bağçeleri, ayva bağçeleri vardı. O bağçenin dağ tarafındaki yamacında su künkleri vardı. İşte Sultân Hamîd Hân’ın getirdiği su, o bağçeden geçiyormuş. Elmadağ o tarafda idi.
Abdülhamîd hân ve Osmânlı sultânlarının hepsi iyi insanlardı. Şimdi ba’zılarını kötülüyorlar. Kimisine deli diyorlar. Kimisine içki içdi diyorlar. Hepsi dine çok hizmet etmişdir. Ancak ba’zısı daha çok hizmet etmişdir. fekat kötü olanı yokdur. Hepsi Ehl-i sünnet i’tikâdındadır, hepsi nemâzında abdestindedir. Hiç içki içeni de yokdur. Ehl-i sünnet i’tikâdında ve dine hizmet eden kişilerdir. Tâbi’ki Kanûnî gibi, Yavuz Selîm gibi, Fâtih sultân Mehmed hân gibi sultânların hizmeti diğerlerinden dahâ fazladır. Fekat Abdülhamîd hânınki dahâ da fazlaydı. Yavuz Selim hânın, Kanûnî sultan Süleyman hânın etrâfında sağlam insanlar vardı. Şeyhulislâmları iyi insanlardı. Ebüssü’ûd efendiler, İbni Kemâl pâşalar vardı yanlarında. Yardım eden yardımcıları da vardı, hepsi kıymetli insanlardı. Sokullular gibi kıymetli devlet adamları vardı. Ya’nî hem siyâsî, hem dîni olarak yardımcıları kıymetli insanlardı. Onun için dahâ çok hizmet edebildiler. Abdülhamîd hân ise tek başına hizmet etdi. Otuzüç yıl yıkılmış olan bir devleti ayakda tutdu. Şeyhulislâmı bile masondu. Devlet adamları da masondu. Celâl pâşalar, Midhat pâşalar, Enver pâşalar… Buna rağmen hizmet edebildi.
Abdülhamîd hân dahâ evvelkilerden çok dahâ üstün, dahâ kıymetlidir ve dahâ çok hizmet etmişdir. Çevresinde iyi insan kalmamışdı. Hizmet şekli de bizimkine benziyordu. Ya’nî kitâb ile. Öncekiler kılınç ile idi. Bir Kanûnî sultân Süleymân zemânında kılınç çekince bütün dünyâ susuyordu. Fekat Abdülhamîd hân mübârek kitâb ile hizmet etdi. Soğuk harb başlamışdı o zemân, sıcak harb bitmişdi. Dünyanın her yerine develerle kitab göndermişdi. Endonezya’dan, Cakarta’dan geçen gün gelen bir mektubda diyor ki, “Ben buranın en büyük medresesinin müdiriyim. Fekat bu medresenin müdürü olmaya layık değilim. Bu medreseyi babam kurmuş. Onun için, babadan oğula kaldığından dolayı buranın müdiri oldum. Babam medreseyi kurduğu zeman, Sultan Abdülhamid Han babamın medresesine develerle İstanbul’dan çok kitab gönderdi. şimdi de yine, İstanbul’dan Abdülhamid Hanın torunları olan sizler, benim medreseme kitab gönderiyorsunuz. Çok ihtiyacımız var. Daha çok gönderin” diyor. Babam, Abdülhamîd hânın gönderdiği kitâblarla talebe yetiştirirdi. Şimdi bana da İhlâs Vakfından geliyor kitâblar. Sizin gönderdiğiniz kitâblarla ben talebe yetiştiriyorum diyor. işte Abdülhamid Han, dünyanın her yerindeki ilm yuvalarına develerle kitab gönderirmiş. Etrafındakiler bozuk insanlardı. Dinsizler, masonlar devleti ele geçirmişlerdi. Şeyhulislamı bile masondu. Buna rağmen, bu zorluklar içinde çok hizmet etdi. Diğerlerinin etraflarında hep iyi insanlar vardı. Âlimler vardı. Fekat Abdülhamid Han yalnızdı. Eğer etrafında iyi insanlar olsaydı, hepsinden daha fazla hizmet edecek kapasitesi vardı. Hattâ Vahîdeddîn hân kalsa idi, devâm etse idi, o Abdülhamîd hândan dahâ da Üstün idi, çünki o ayrıca âlim idi. Onun maalesef elinde hiçbir yetki yokdu. Hattâ masonların yazdığı ve bizim çocukluğumuzdaki okuduğumuz târîh kitâblarında bir sürü iftirâlar vardı. Vahideddin Han için, kaçdı diyorlar. Yalan! Zorla gönderildi. Giderken de seraydan hiçbirşey almadı. Yanınıza biraz bir şeyler alsanız denildiğinde, “Milletimin malını nasıl alayım” dedi. Yanındaki yardımcıları diyorlar ki; “Yurtdışında sefîl bir hayât yaşarsınız ve zor durumda kalırsınız, hiç olmazsa biraz para alsanız yanınıza”. Alamam, bunlar milletimin malı” buyuruyor. Sonra bir zümrüt taç getirdiler. Sultan Mahmud Handan kalma. Çok kıymetli idi. Hiç olmazsa bunu alın dediler. Dedenizden kalma mirasdır. Dedenizin öz malıdır. Bütün dünya kanunlarına göre bu sizin malınızdır dediler. Bunu bâri alın, hiç olmazsa birkaç sene size yeter. Bu tâc çok kıymetlidir.” diyorlar. Bu da benim milletime hediyyem olsun” buyuruyor. Onu da götürmüyor. Hiçbir şey almadan gitdi. Ya’nî târîh kitâblarının yapdığı iftirâlar doğru değildir. İtalya’da yokluk içinde yaşadılar. Sonra son zemânlarında Suriye’ye Şam’a geçdi Vahîdeddîn hân, orada vefât etdi. Maalesef cenâzesini kaldırmak için para bulunamadı. Hatta cenazesi bile, onbeş gün musalla taşında kaldı. Cenazeyi kaldıracak güçleri yokdu. Kızı Mısır’dan borç para buldu da, defnini onbeş günsonra yapabildiler. Eshab-ı kiram kitabında, Vahideddin Han kısmını uzun yazdık.Oradan hepiniz okuyun. O kısmı iyi öğrenmeli. Şimdi Vahîdeddîn hânın kabri Şam’da Yavuz Selîm câmi’inin bağçesindedir.
Müslüman, hiçbir zemân abdestsiz durmamalı ve üzerine idrâr sıçratmamalıdır. Abdülhamîd hân hiçbir zemân, abdestsiz durmazmış. Uyandığı zemân odadan dışarı çıkmadan hemen abdest almak için yatak odasına lavabo yapdırmış, çeşme yapdırmış. Yatakdan inip de bir-iki metre ilerideki çeşmeye kadar abdestsiz yere basmamak için yatağın baş ucunda bir mermer taş bulundururmuş. Uyanınca hemen teyemmüm edip lavaboya kadar gidip abdest alırmış. Lavaboya kadar bile abdestsiz basmazmış.
Abdülhâmid Hân dışarı talebe göndermezdi. En modern tıb fakültesi kurdurup profesör getirirdi. Son zemânlarda bazı kişiler Avrupaya tahsil için kaçtılar. Onlar Fransa’da mason oldular. Abdülhamid Hânı yıktılar. Efendi hazretleri buyurdu ki, “Abdülhamid Hân hâl oldu, dünyâdan refah-huzur kalktı, kıyamete kadar da böyle gider.” Kimya fakültesinde okurken, alman profesör arnd vardı, kimya profesörü idi. Birgün, bir yazıda “iki gözümle gördüm” diye yazdım. Bunu değiştir, sana tek gözünle gördün diyen var mı dedi. Ben hayret etdim, siz Türk olmadığınız halde Türkçeyi nereden bukadar güzel öğrendiniz dedim. Gel seni biryere götüreyim dedi. Büyük bir salona gittik, duvarın ortasında iki tarafta büyük yarıklar vardı. Bunlar nedir biliyor musun dedi. Abdülhamid han zamanında ben bu sınıfta ders veriyordum. Buradan perde asılıydı. Kız talebeler arkada oturuyordu, ben onları görmüyordum. Abdülhamid han dışarıya talebe göndermezdi, dışarıdan hoca getirtirdi. Beni de getirtdi. Ben burada ders okuttum. Türkçeyi ozaman öğrendim, dedi.
İtalya’da meşhûr bir şehir var, Napoli. Napoli’de bir üniversitede Enver abi staj gördü. İşte Napoli’de bulunduğu sıralarda işitiyor ki; Sultan Hamîd’in hanımı varmış orada. Gidip onu arayıp bulmuş. Korkudan, kapıdan, evden çıkmazmış, beni öldürecekler diye. Enver abiyi de tanımadığından kabûl etmemiş evvelâ. İşte birkaç kerre gitdim, beni cemâ’atde gördü, nemâzda gördü, bir parça konuşduk. Derken kadın bana ısındı dedi. Abdülhamid Hanın hanımına, Enver abi ma’aşıyla yardım etmiş. Sultan Hamîd’in hanımı Enver abiyi çok sevmiş. Hattâ Sultan Hamîd’in, mübâreğin, başına giydiği fesi, yatak odasının saatini ve bazı kullandığı eşyayı hediyye etmiş Enver abiye. Enver abi de getirip bana hediyye etdi.
Fî emanillah