Enver abiler buyurdular ki;
Bir gün hazret-i Peygamber “aleyhissalatü vesselâm” eshâbı ile beraber oturuyorlardı. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” da oradaydı. Yâ Ömer, içime müthiş bir sıkıntı geldi, rûhum darlandı. Bir Allahın düşmanı geliyor, buyurdular. Hazret-i Ömer; destur yâ Resûlallah, işini bitireyim, dedi. Hayır sen otur ve olanları seyret, buyurdular. Kapı çaldı. Peygamberimiz “aleyhissalatü vesselâm” ayağa kalktı, kapıya gitti. Tabii Eshâb-ı kirâm da beraber gittiler. Kapıyı açınca, bir kabile reisinin geldiği anlaşıldı. Ona iltifat etti, hatta kendi yerini gösterdi, tatlı tatlı konuştular ve daha sonra o zât gitti. Yâ Resûlallah, bu, Allahın düşmanı mı? Ona çok iyi muamele ettiniz. Peygamber Efendimiz; evet, başka çarem yoktu. O Allahın düşmanı, ama o kabile reisidir, güçlüdür. Bana bir şey yapamaz ama, emrindeki müslümanlar zayıf olduğu için gider, onlardan intikam alır, onlara kötülük yapardı. Dolayısıyla, ben onu idare ettim, buyurdular. Mübârekler buyurdular ki; insanları kıran döken, fitneye sebep olan doğru; fitneye sebep olmayan, fitneyi önleyen yalandan daha kötüdür. O halde, mü’minlere karşı güler yüzlü tatlı dilli olmak hususunda samimi olacağız, düşmana karşı da idareli olacağız, onları da kendimize düşman etmeyeceğiz. Çünki münakaşa, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını arttırır. Peygamberimiz “aleyhissalatü vesselâm”; mudârâ, yani dünyayı verip âhıreti kazanmak için gönderildim, buyuruyor.