Enver abim huzurpınarı ekibimizden bazı arkadaşlarımıza buyurdular ki;
-3-
Bir gün Musa ‘aleyhisselam’ bir Kıptînin bir Beni İsraili dövdüğünü, hakaret ettiğini, öldürdüğünü gördü. O da gitti bir yumruk vurdu, o da öldü. Efendim, bu Kıptîler firavunun akrabalarıdır, derhal burayı terk et, dediler. O da firar etti. Daha peygamber değildi. Derken, Şuayb ‘aleyhisselam’ın bulunduğu yere, Medyene geldi. Biz de Ürdün’de Şuayb ‘aleyhisselam’ın kabrini ziyaret ettik elhamdülillah. Baktı, çobanlar kuyunun başında su alıyorlar. Fakat iki tane kız, öbür tarafta bekliyor. O da onlara, çekil kenara dedi ve o kızlar kaplarını doldurup gittiler. Sonra geldiler, babamız seni istiyor, ücretini verecek, dediler. Şuayb ‘aleyhisselam’ da büyük bir sofra kurmuş, Musa ‘aleyhisselam’ı sofraya çağırdı. Hayır, gelmiyorum, dedi. Halbuki çok da acıkmıştı. Peki acıkmadın mı, dedi. Çok acıktım, dedi. Peki niye sofraya gelmiyorsun, deyince, ben Allah için hizmet ettim, Allahü tealanın rızasını, ücrete dönüştürmem. Ben Rabbimin rızası için bu hizmeti yaptım, onu ücrete değiştirmem, dedi. Bu, Şuayb ‘aleyhisselam’ın hoşuna gitti; yok, bu ücret değil. Biz mü’min olarak, misafire hizmet ederiz, ikram ederiz. Sen bir misafirsin, misafir olarak gel, istediğin kadar ye, dedi. Musa ‘aleyhisselam’ da, o zaman olur, dedi. Mübarek de çok acıkmış, afiyetle karnını doyurdu. Giderken, kızlar; baba Allahtan kork. Bu kadar yakışıklı bir delikanlı.. Niye bizden birini vermiyorsun, dediler. O da, ister misin bir tanesini, diye sordu. Emriniz olur, dedi. Seç, deyince, ben yapamam. Siz seçin, dedi ve Sârâ validemizle böyle bir evlilik oldu. Fakat bundan sonrasını Mübareklerin anlattığı gibi anlatacağım. Musa ‘aleyhisselam’ın bu çektiğini tâbir etmek, zor kardeşim, buyurdular. Şimdi düşünün.. Ailesi yanında. Ama Şuayb ‘aleyhisselam’ evlenmek karşılığında, mehir karşılığında, on sene çobanlık şartını koştu. O da, olur dedi, kabul etti ve on sene çobanlık yaptı. Ama tabi emeline de kavuştu. Sonra mecburi hizmet bitince, memleketine dönmeye karar verdi. İşte Mübarekler şöyle anlattılar; Efendim, düşünün, Tûri Sinaya, Tûr dağına geldiği zaman, bir, hanımı hamileydi, sancılar başladı. Gece karanlık, buz gibi hava ve her tarafta kurt sesleri.. Yani çok zor! Her taraf soğuk, fırtına ve de hiçbir şey yok. Hanımı, ben doğum yapmak üzereyim, dedi. Şurada bir ateş görüyorum, gideyim ondan biraz getireyim, dedi, oraya gitti, işte orada o sabrın, o çilenin neticesi olarak, Allahü teala ona peygamberlik vazifesi verdi. Asayı bırak, dedi. Asayı bırakınca, koca bir ejderha oldu, kendisi korktu. Korkma, bu sana verilen bir mucizedir, dedi. Göğsüne koydu, projektör gibi uzakları gördü. Git bununla müslümanlığı anlat, dedi. Kime? Firavuna. Sonra hepinizin bildiği emr-i maruf başladı. Yani çilesiz, Allahü tealanın rızasına kavuşmak, mümkün değildir. Eğer bir insan, çile çekmeden cenab-ı Hakkın rızasını kazandığını söylerse, pek inanılmaz. Çünki bu, yüce Peygamberimizin ‘aleyhissalatü vesselam’ yoludur. Onun yolu, çileli yoldur. Çünki en büyük çileyi, kendisi çekmiştir. Hiç kimse, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlar dahil, benim çektiğimi hiç kimse çekmedi, buyuruyor.
-devamı var-
ali zeki osmanağaoğlu