-HAYATINDAN
Hüseyin Hilmi Işık efendi’nin rahmetullahi teala aleyh, sohbetlerinden bazı bölümler:
-454-
-454-
Tüccardan biri Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Merak etmiş, bu Allah’ın sevgili kulu, velî, kerametler sâhibi, acaba nasıl bir adam diye merak etmiş. Gitmiş Bağdat’a, sormuş. Bulunduğu yeri öğrenmiş, ziyâretine gitmiş. Belki de bayram günü idi. Girmiş odaya oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gayet kıymetli bir elbise, omuzunda bir acem şalı, kaç bin liralık kıymetinde. Hâlbuki kendisi de tüccar. Düşünmüş kendi kendine, “Tüccar olduğum halde, böyle bir palto alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle bir şal hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. Bu adama bir de Allah adamı diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giymediğim kıymetli elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri tam dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar” diye düşünürken bir fukara geliyor, odaya giriyor, “Allah rızası için bir şey veren yok mu?” diye dolaşıyor. Herkes çantasını çıkarıyor. Fakire vermek için çantasında ne arıyor? Ufaklık arıyor ufaklık. Tüccara sıra geliyor, tabii o da bir ufaklık çıkarıyor, fakire veriyor. Sıra Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine geliyor. “Allah rızası için bir şey verir misin?” diyor fukara. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; “Sırtımdaki şalı al” diyor. Fakir de çekip alıyor ve gidiyor. Ama o tüccarın da aklı beraber gidiyor. “Vay canına kaç bin liralık şalı nasıl verdi” diyor, aklı ermiyor. Ziyâretçiler gelip gidiyor. Bu arada başka bir tüccar geliyor, elinde bir paket, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. “Efendim, bu pakettekini âcizâne size hediyye getirdim, Allah rızası için kabûl ediniz” diyor. “Aç bakalım, nedir?” diyor. Paket açılıyor, görüyorlar ki, biraz evvel fukaraya verilen şal var içinde. “Biraz evvel, buraya gelirken, pazarda fakirin biri bunu satıyordu, baktım çok hoşuma gitdi çok kıymetli, ancak bunu zât-ı âlinize layık gördüm getirdim Allah rızası için kabûl etmenizi yalvarırım” diyor. “Omzuma koy” buyuruyor Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri. Sonra dönüyor o tüccara, “Biz dünyâ malını kullanırız ama, Allah rızası için al diyorlar, ben de Allah rızası için alıyorum, öteki de geliyor, Allah rızası için istiyor, ona da veriyorum. Alırken de, verirken de elimi bile sürmüyorum” diyor. Öyle deyince, tüccar kalkıyor, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri burada iki ayrı sevab kazanıyor. Hem sadaka sevabı var, hem de talebesinin gönlünü almak, sevindirmek sevabı var. Onun için, biz de efendim, Allah rızası için kıymetli giyineceğiz. Hele bu zemânda islâmın vakarını muhâfaza etmemiz lâzım. Peygamberimiz Yemen kumaşından yapılmış paltosunu giyerdi. İmâm-ı A’zam Ebu Hânife hazretleri ders verirken her kürsüye başka elbiseyle çıkardı. Çünki çok zengin bir tüccar idi. Hem de şeker tüccarı. Ticaret ortakları vâsıtasıyla kâr su gibi akıyordu, hepsini Allah yolunda talebelerine yediriyordu. Talebeleri vardı, binlerle. O talebelerin içinde müctehidler yetişmiş, âlimler yetişmiş; onlara dağıtıyordu bütün kazancını. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yolu, İmâm-ı A’zam efendimizin yolu, Peygamber efendimizin yolu böyledir. Öyle eski-püskü, bilhâssa kirli giymeyeceğiz. Temiz giyineceğiz, temizlik îmânın kuvvetine alâmetdir. Allahü teâlâ güzeldir, her şeyin güzelini sever. Güzele bakmak sevâbdır efendim. Ben Kuleli’de hoca iken, talebelere, sırası geldi dedim ki, “Üç şey insana neş’e verir; Sıkıntıyı, kederi giderir: Yeşilliğe, güzel yüze, akarsuya bakmak.” Nefse güzel gelen şeylerle, rûha güzel gelen şeyler birbirine zıtdır. Bunu birbirine karışdırmamalıdır. Nefse güzel gelen şeyler insanı Cehenneme götürür.
-devamı var-