Irâk, Horâsân, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelîf şehirlerinde bulunarak, halka se’âdet yolunu anlatmak ile meşgûl olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında tanınıp, çok sevilmiştir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin ve Evliyânın büyüklerinden olan Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, za’îf bir zât idi. Eline ne geçerse, fakîrlere ve muhtâçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dû denilen yerden, camiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescit kapısından, Hasen Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varıncaya kadar da Bekara sûresini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini bitirirdi. Arada bir yüzünü Hemedâna çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî hazretlerinin “radıyallahü anh” âsâsı ile sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand âlimlerini çağırarak, onlarla sohbet ederdi. İlim ehline çok iltifât ederdi. Bir taraftan köylülere ve yanına gelen herkese doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak, herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Böylece, maddî ve manevî hastalıkların tabîbi, mütehassısı olduğunu ispat ederdi.
Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm’ın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkât için derin bir merhamet ile doluydu. Gayr-i müslimlerin evlerine giderek, onlara islâmiyyeti anlatırdı. Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı yumuşaklık gösterirdi. Altın ve gümüş eşyâ kullanılmasına müsâade etmez, fakîrlere zenginlerden dahâ fazla itibâr ederdi. Vera’, takvâ ve züht sahibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yasdık ve bir tencereden başka bir şey bulunmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin [Hulefâ-i râşidînin] menkıbelerinden ve fazîletlerinden bahis eder, onlar gibi ahlâklanmalarını nasîhat ederdi. [Her Müslümân’ın da (Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn) kitabını okuması lâzımdır!]
Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, bir gün kendi evinde idi. Gönlüne dışarı çıkmak arzûsu geldi. Cuma gününden başka günde dışarıya çıkmak âdeti değildi. Bu arzû, ona o kadar ağır bastı ki, niçin gitmek icap ettiğini bilemedi. Merkebine bindi. “Allahü teâlâ nereye dilerse oraya gitsin!” diyerek, hayvanının yularını salıverdi. Merkep onu şehirden dışarı çıkarıp, vâdî tarafında bir mescide götürdü. Gördü ki bir genç, başını önüne eğmiş, tefekkür ediyordu. Onu bekledi. Ancak bir sâat sonra başını kaldırdı. Heybetli görünüşü olan bu genç, Yûsuf-i Hemedânî’nin “rahmetullahi aleyh” talebelerinden biri idi. Hocasına dedi ki: “Ey hocam, başımda hâlledemediğim bir müşkül mesele var. İyi oldu ki siz geldiniz! Ne yapacağımı şaşırmıştım.” Genç, meselesini hocasına anlattı. Hocası da onu sıkıntıdan kurtaracak bir şekilde cevaplandırdı. O ândan sonra, talebesi olan bu gence dedi ki: “Ey genç. Ne vakit bir sıkıntıya düşersen şehre gel, benden sor! Beni buraya kadar yorma!” Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” hazretleri, bu hâdiseyi anlattıktan sonra buyurdu ki: “Sâdık bir talebe, doğruluğu ve ihlâsı ile hocasını kendi yanına hareket ettirip getirmeğe muktedîr olabilir.”
-devamı var-
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi