Bir gün Îsâ aleyhisselâm, havarileriyle birlikte giderken bir köye geldiler. Bir de baktılar ki, köyün ortasında bütün köylüler ölmüş. Hiç canlı yok. Îsâ aleyhisselâm demiş ki, bu bir gazabı ilâhîdir. Eğer hastalık olsa, bunlar tek tek ölürlerdi. Mâdem toptan öldüler, buraya bir musibet gelmiş. Dediler ki, yâ Nebiyallah, sen ölüleri bi iznillah dirilten bir nebisin, çağır birini de, sor bakalım ne yapmışlar. Tamam dedi, ey mevta gel buraya. Kalktı adam geldi. Otur bakalım. Dedi bu ne hâl? Dedi ki ya Nebiyallah, bu köy çok takva ehli, çok dindar, çok iyi ahlâk sahibi bir köydü. Sonra bizim kalbimiz dünyaya yöneldi. Namazı terk ettik, orucu terk ettik, aklına ne gelirse hepsini bıraktık, yalnız parayı düşündük. Ve ektik biçtik, seninki daha çok, benimki daha çok, seninki daha fazla, benimki daha fazla, ne Allah kelâmı var, ne Peygamber. Âhıreti unuttuk, Allahı unuttuk, Peygamberi unuttuk, seni de unuttuk. Sonra? Hepimiz eğlenmek için, oynaşmak için buraya toplandık. Bir musibet geldi, hepimiz öldük. İşte Cenâb-ı Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki, âhıret nimetini bırakıp da dünyaya tapanların, dünyadaki sonu bu. Âhırette hele! Onun için, Allah korusun, müminin târifi şu olmalıdır:
Kalbiyle âhırette, vücûduyla dünyada olmalıdır. Kalıbının dünyadan ayrılması uygun değil, çünkü çalışmak da bir ibâdettir, ama kalbi Allah demelidir. Kalbi, haram mı helal mi? demelidir. Kalbi âhıret demelidir. Çünkü âhıret bâkî, dünya fânî. Bugün var, yarın yok. Neyin varsa hepsi biter.
Bir niyet ile bütün dünya çalışmaları âhıret olur. Çünkü bu dünya fânî, yok olacak. Allahü teâlâ bizi niye dünyaya gönderdi o zaman? Sırf bir maksatla, o da şu: Ed dünya, mezraet-ül âhıreh. Ey kullarım, ben sizi, dünyaya âhıretinizi kazanmanız için gönderiyorum. Dünya, bir tarladır. Verdiğim tohumu ekin, bire yedi yüz alın. Ama o tohumu yemeyin. O insanın sağlığıdır, ilmidir, her türlü inancıdır, her türlü güzel ahlâkıdır.