Büyük islâm âlimi Abdüllah-ı Dehlevî “rahmetullahi aleyh” (Mekâtib-i şerîfe) kitâbının 85.ci mektûbunda buyuruyor ki:
– dünden devam –
Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük ihsânda bulunmuşlar, namâz kılmağı farz etmişlerdir. Bunun için Rabbimize hamd ve şükr olsun! Onun sevgili Peygamberine salevât ve tehıyyât ve düâlar ederiz! Namâz kılarken hâsıl olan safâ ve huzûr şaşılacak şeydir. Üstâdım [Mazher-i Cân-ı Cânân] buyurdu ki, (Namâz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkin değil ise de, görür gibi bir hâl hâsıl olmakdadır). Bu hâlin hâsıl olduğunu tesavvuf büyükleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. İslâmiyyetin başlangıcında namâz Kudüse karşı kılınırdı. Beyt-ül-mukaddese karşı kılmağı bırakıp, İbrâhîm aleyhisselâmın kıblesine dönmek emr olunduğu zemân, Medînedeki yehûdîler kızdılar. (Beyt-ül-mukaddese karşı kılmış olduğunuz namâzlar ne olacak?) dediler. Bekara sûresinin 143. cü âyet-i kerîmesi gelerek, (Allahü teâlâ îmânlarınızı zâyı’ eylemez!) meâlinde buyuruldu. Namâzların karşılıksız kalmıyacakları bildirildi. Namâz, îmân kelimesi ile bildirildi. Bundan anlaşılıyor ki, namâzı sünnete uygun olarak kılmamak, îmânı zâyı’ etmek olur. Resûlullah efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Gözümün nûru ve lezzeti namâzdadır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, (Allahü teâlâ namâzda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme râhatlık geliyor) demekdir. Bir hadîs-i şerîfde, (Yâ Bilâl “radıyallahü teâlâ anh”! Beni râhatlandır!) buyuruldu ki, (Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve namâzın ikâmetini söyliyerek, beni râhata kavuşdur) demekdir. Namâzdan başka bir şeyde râhatlık arıyan bir kimse, makbûl değildir. Namâzı zâyı’ eden, elden kaçıran, başka din işlerini dahâ çok kaçırır.