YETÎM SEVİNDİRMEK
“On” yaşında bir çocuk, zamanı seâdette,
Kaybetti babasını kâfirlerle bir harpte.
Kaybetti babasını kâfirlerle bir harpte.
Adı “Abdullah” olup, çok mahzûn hâli vardı.
Oynayan çocuklara, bakar bakar ağlardı.
Oynayan çocuklara, bakar bakar ağlardı.
Peygamber Efendimiz geçiyorken o yerden,
“Abdullah”ı gördü ve yaklaştı ona hemen.
“Abdullah”ı gördü ve yaklaştı ona hemen.
Buyurdu: (Evlâdım sen, niçin oynamıyorsun?
Ve niçin bir kenara çekilmiş ağlıyorsun?)
Ve niçin bir kenara çekilmiş ağlıyorsun?)
Dedi ki: (Şehîd oldu bir cenkte benim babam.
Bu yüzden onlar gibi sevinip oynıyamam.)
Bu yüzden onlar gibi sevinip oynıyamam.)
Resûlullah, şefkatle sordu ki ona yine:
(Sen kardeş olur musun Hasan ve Hüseyin’e?)
(Sen kardeş olur musun Hasan ve Hüseyin’e?)
Çocuk (Evet) deyince, sordu ki sonra şunu:
(İster misin olasın Peygamberin torunu?)
(İster misin olasın Peygamberin torunu?)
Sevinip, (Çok isterim) deyince de Abdullah,
O zaman buyurdu ki yetîme Resûlullah:
O zaman buyurdu ki yetîme Resûlullah:
(Ey Abdullah, öyleyse torunumsun sen benim.
Haydi gel, tut elimden, bizim eve gidelim.)
Haydi gel, tut elimden, bizim eve gidelim.)
Abdullah, o Server’in bir elinden tutarak,
Yürüdü Onun ile çok sevinçli olarak.
Yürüdü Onun ile çok sevinçli olarak.
Sevgili Peygamberin evinde çok mutluydu.
Yetîmliği unutmuş, artık ağlamıyordu.
Yetîmliği unutmuş, artık ağlamıyordu.
Sonra güzel bir kaftan giyinip üzerine,
Resûl’den izin alıp, geldi oyun yerine.
Resûl’den izin alıp, geldi oyun yerine.
Lâkin ağlamıyor ve sevinçten hopluyordu.
(Ben, Peygamberimizin torunuyum) diyordu.
(Ben, Peygamberimizin torunuyum) diyordu.
Çocuklar, Abdullah’ın yanına seğirterek,
Ona şöyle dediler çok gıbta eyliyerek:
Ona şöyle dediler çok gıbta eyliyerek:
(Ey Abdullah, bizler de keşke yetîm olsaydık.
Kavuştuğun şerefe biz dahî kavuşsaydık.)
Kavuştuğun şerefe biz dahî kavuşsaydık.)
“Hazreti Âişe” de anlatır ki şöyle hem:
Benimle otururdu bir gece Fahr-i âlem.
Benimle otururdu bir gece Fahr-i âlem.
Başını, kucağıma koyuverdi bir ara.
Ben “Ay”a bakıyordum, O ise “Yıldızlar”a.
Ben “Ay”a bakıyordum, O ise “Yıldızlar”a.
Resûl’ün nûr cemâli, “Dolunay”a nazaran,
Daha parlak ve nûrlu göründü bana o an.
Daha parlak ve nûrlu göründü bana o an.
Kendimi tutamayıp, ağlamaya başladım.
Damladı nûr yüzüne, iki damla gözyaşım.
Damladı nûr yüzüne, iki damla gözyaşım.
O zaman buyurdu ki o Resûl-i müctebâ:
(Yâ Âişe, ne için ağlıyorsun acabâ?)
(Yâ Âişe, ne için ağlıyorsun acabâ?)
Dedim: (Yâ Resûlallah, Ay’a baktım ve lâkin,
Ay’dan nûrlu göründü, bana senin cemâlin.
Ay’dan nûrlu göründü, bana senin cemâlin.
Senin güzelliğini görmekten mahrûm olan,
Kimseleri düşünüp, ağlıyorum ben şu an.)
Kimseleri düşünüp, ağlıyorum ben şu an.)
Allah’ın Peygamberi buyurdu: (Doğru dersin.
Ve lâkin bu husûsta niçin hayret edersin?
Ve lâkin bu husûsta niçin hayret edersin?
Zîrâ ay ve güneşin nûrunu da evvelâ,
Bil ki, benim nûrumdan yarattı Hak teâlâ).
Bil ki, benim nûrumdan yarattı Hak teâlâ).