-HAYATINDAN KESİTLER-
Ankara’dan her fırsatta Abdülhakim efendi hazretleri’ne gelirlerdi:
-2-
Bir gün de gitdim yine, ikindi nemâzına. Efendi hazretleri yalnızdı odada. “İkindiyi kıldın mı?” dedi. “Hayır efendim, daha kılmadım” dedim. “Hadi gel, gidelim de beraber kılalım mescitte” dedi. Çıktım, abdest aldım geldim. Efendi’nin peşinde mescide gitdik. Sünnetleri kıldık. İkimiz farzı kılacağız, bana ne buyurdu biliyor musunuz? “Hadi sen imâm ol” buyurdu. Çok şaşırdım. Ben imâm olacağım Efendi’ye. Olmaz denir mi. Başüstüne efendim dedim. Beraber nemâz kıldık, ben imâm oldum, Efendi müezzin oldu. Yâ Rabbi, ne iltifat, ne iltifat. Görülmemiş. Ancak, o nemâzı nasıl kıldım bilmiyorum. Titreye titreye, korka korka. Efendi’nin imâmı. O da bir iltifat. Kim bilir, bunlar hep, Efendi hazretlerinin kalblerindeki muhabbetin eseridir. Muhabbet olmazsa onlar olur mu. Sonra, “Nemâzdan sonra nereye gideceksin” dedi. Efendim, Ankara’ya dedim. Efendi ile görüşmek için, bir sâat için, Ankara’dan gelirdim. Bir sâat sonra giderdim. Trenle. En çok Eskişehir soğuk olurdu. Gene bir keresinde gelirken, trende hiç bir yer bulamadım efendim. Kompartımanlarda yer yok. Kompartımanların içinde yol var, tabii, daracık bir yer, trenin içi. Orada böyle köylüler yatakları yorganları yığmışlar, yatıyorlar. Yol üstü. Onların arasından atlıya atlıya geçiyorum. Orda da yer yok. Oturacak yer bulamadım efendim. Ayakta duracak yer bulamadım. İki vagonu birbirine bağlayan körüklü yer vardı, şimdi belediye otobüslerinde de var. İki otobüsü birbirine bağlıyorlar. İşte iki vagonu birbirine bağlayan körüklü yer ki, bir ayağını basıyorsun bir vagona, ikinci ayağını basıyorsun ikinci vagona. İki vagonun birleşdiği yer. Ve orası demir. Hiç unutmam Ankara’dan İstanbul’a orada ayakta geldim efendim. Buz gibi esiyor ama. O körükler var ama, körüklerin arasından rüzgar geliyor. Dondurucu soğuk olurdu. Eskişehirden İstanbul’a hareket etdi mi ferahlık gelirdi. Ohh, Efendi’ye yaklaşıyoruz diye. Karaköye gelirdik. Tren yokuş aşağıya köye iniyor, Bilecik var yukarıda, Eskişehirin hizasında. Sonra Bilecikden yokuş aşağı Karaköye iniyor, İstanbul’un hizası o. O yokuşu inerken, nefes alırdım İstanbul’un havası geliyor diye. Yarı yol halbuki. Eskişehirden biraz ileride. Hele İzmitden İstanbul’a dönerken tren, neş’e içinde, bayılırdım Efendi’ye yaklaşıyoruz diye. Trenden inerdim, doğru vapura, köprüye, köprüden Eyyûbe. Vapurdan iner, Eyyûbde yokuşu çıkardım. Yorulurdum tabii. Giderdim, bakardım, mübârek odada oturuyor. Yanına oturturdu mübârek. “Ne var ne yok, nerden geliyorsun?” derdi. Anlatırdım o soğukları falan. Bir kerre de, Ankara’dan geldim. Sokak kapısından girdim. Kimseler yok. İç kapının yanında ufacık sedir gibi bir yer vardı. Baktım orada yalnız başına oturuyor Efendi. “Şakir ve Ziya bey su almaya gittiler” dedi. Dergahın suları kesilmiş. Murteza efendi daha ileride tepede vaktiyle bir kuyu kazdırmış. O kuyudan dergahın suyu getiriliyor. Orayı yapan Murteza efendidir. Kabri de bahçede kenarda duruyor. Biz onu elhamdülillah boyattık, tamir ettirdik. Ben ne zemân gitsem, ekseriya, bahçede, gel seninle beraber oturalım derdi. Murteza efendi’nin kabrinin yanına gider, otururduk. Duvar yüksek idi. Aşağıda cadde var. Caddeden insanlar geçiyor. İki kişilik de yer vardı kabrin yanında. Yan yana halici seyrederdik. Orada konuşurduk. Ne var ne yok Ankara’da, sorarlardı. Ekseriya Cum’a günleri tırnaklarını keserdi mübârek. Bez örtü vardı. Onun içine. Bana verirdi. Al bunları Murteza efendi’nin kabrine silk derdi. Hep Murteza efendi’nin kabri üzerine silkerdim. Ne günlerdi. Ne seadet günleriydi.
-devamı var-